Diploma sayısı, insanlık değerler sisteminin düşmanı mıdır? İnsanlık ölçüsü kabul edilen değerler, bilgi arttıkça mı azalma eğilimine girdi? “Aydınlanma” ve “Bilgi Çağı” insanın ortak huzurunu inşa edebildi mi? Özgürlük ve demokrasi her bir fert için aynı anlam ve sonuçları doğuruyor mu? Diploma, bilgi, demokrasi ve özgürlük insana öğretilen ve ikna olunan bir algı alanı mıdır?

Sorularla, insanların çoklukla bilmediği ve ikna olarak yaşadığını varsaydığı algı dünyası ile ilgili bir “şek” alanı oluşturduk (Şek: Arapçada ‘şüphe’, şüpheci, septik). Bu kelimeyi özellikle tercih ettik; çünkü yaşamaya zorunlu kılındığımız ve öğretim süreçlerine tabi kılınarak ‘diploma’ ile çağı yaşama bilgisini yeterli düzeyde edindiğimizin belgesi olarak verilen ‘diploma’dan başlayarak olup bitenlerden ‘şek’ etmezsek, bir süre sonra “eşek” düzeyinde yaşamak zorunda kalabiliriz. “Eşek”, ‘şek’ kelimesinin tekit hali olup daha çok şüphe etmek anlamına gelir. Aşırı septik/şüphecilik bir süre sonra hayatı yaşanmaz hale getireceğinden; doğal olarak Türkçedeki anlamıyla eşekleşme sürecine girilerek; anlamamaya ve kavramadan yaşamaya mecbur kalacağız. Bu çıkmaza sürüklenmemek için küçük sorular sorarak kavrama alanımızı aktif tutmaya ve dünyada olup bitenlere dair doğru bilgi sahibi olmaya çalışalım.

On yedinci yüzyıldan itibaren bilgi ve sermayenin sömürgecilik aracılığıyla aks değiştirerek Batı adamının kontrolüne girmesinden itibaren insan din, dil, renk, cinsiyet ve etnik aidiyetler üzerinden ayırıma tabi kılınarak tarif edildi. Bu yeni tarifte insan Kıta Avrupası ve civarındaki Hıristiyan, beyaz erkekti. Bu tarifin dışında kalan ‘insan görünümlü varlıklar’, insansı birer şeydi ve görevi Avrupalı insan için çalışmak, üretmek ve eğlendirmekti. “Şey” eşya ve eşyaya yakın anlamında kullanıldı; çünkü Avrupa ve Amerika’da 1870-1950 sonlarına kadar Afrika, Hindistan, Amerika ve Avusturalya’dan insanların sergilendiği İnsan Hayvanat Bahçeleri açık tutuldu.  

Avrupa bir taraftan “Aydınlanma” felsefesi ile aklı, anayasal yönetimi ve din-devlet ayırımını kurumsallaştırırken; insana ihaneti de kurumsallaştırdı. Türkiye’de de 19. asırdan itibaren Batı aydınlanmasının müritleri çoğaldı. Özellikle akılcılık ve aklı kullanma öncüleri olarak ortaya çıkan gruplar, miladi VII. asırdan itibaren vahiy aracılığıyla insanlara ve insanlığa “aklını kullan”mayı, iradesi ile tercihte bulunmayı ve insanın fiillerinden sorumluluğunu ortaya koyan İslam’dan habersiz davranarak Batı bilim ve felsefesine teslim oldular. Tevfik Fikret “Tarih-i Kadim” ile bu akımın öncülüğünü yaparken, Abdullah Cevdet dergisinde daha sistematik bir Batılılaşma taraftarı olmuştur.

Abdullah Cevdet ismiyle özdeş İctihad dergisi bir “Jön Türk” dergisi olarak Sultan II. Abdülhamid karşıtlığını başat görev edinmiştir. Dergi metinlerinde Batıcılık ve Batılılaşma doğrultusunda fikri temeller kurmaya çalışmış; Batılı öncü pozitivistlerden Gustave le Bon, Jean Marie Guyau ile İslam aleyhtarlığı ile meşhur Pieter Anne Dozy gibi Batılı filozof, şair ve yazarlara düzenli olarak yer vermiştir. Batılı anlamda aile hayatını, kadınların batılı yaşama biçimine yönlendirilmesi meselelerinde de öncü rol üstlenen dergi, Meşrutiyet’ten itibaren bütün dinlerde özellikle de İslâmî bazı temel meselelerde yenileştirme ve değişim taleplerinde bulunmuştur. Dergi yazarları inanç meselelerinde şüphe ve tereddüde sebep olacak yayımlar yapmış, bir ara Bahaîliği insanlığın ortak dini olarak öneren yazılar yayımlamıştır. Yazdıkları metinlerde zaman zaman deist bir din anlayışı fikrini savundukları da olmuştur.

Batı aydınlanmasının zihni köleliğini sürdüren çağımız Batıcıları aydınlanmanın aklı üstün tutan anlayışını ulularken, Müslüman dünyanın sekizinci asırdan itibaren aklı önceleyen Mutezile mensuplarını görmezden gelmeyi tercih ederler. Fransız aydınlanmasının öncüleri kabul edilen Ansiklopedistlerin öncülerinin de İhvan-ı Safa olduğunu bilmek istemezler.

Diploma ve akademik unvanlarla yaşadıkları dünyanın değerler hiyerarşisine ihanet eden bilim köleleri XXI. yüzyılda da insanların zihni konforuna müdahale etmeye devam ediyorlar. Bu ve benzeri cehalet girdaplarından kurtulmak için kelimeleriyle düşünen ve eğitimlerini yaşadıkları coğrafyanın ilmi birikimi ile yapan bir nesle ihtiyaç var. Batılı bilim tasnifiyle tabi tutulduğu öğrenim sonucu hak ettiği diploma ile hayata başlayan nesil; ancak kültür ve medeniyetine ihanet eder. Bunu kökünden değiştirecek bir eğitim sistemine ihtiyaç var.

Ağabey Yaşar Bostan Geçti Dünyadan

İstanbul’un Anadolu yakasının, Üsküdar’ın, Çengelköy’ün ağabeyi Yaşar Bostan geçti bu dünyadan. Yirminci yüzyılın en güzel Müslüman simalarındandı. 1981’de İstanbul’a geldiğimde bir dostun tavsiyesi ile Çengelköy’de tanışıp birlikte İsmet Özel’e gitmiştik. O tanışıklık gümrah bir kardeşliğe dönüştü. 1986’dan sonra Çengelköy’de ikamet etmeye başladım. Yaşar Ağabey Mahmutpaşa’da Hacıpolo Han’da Şair Cahit Koytak ile bezzazlık/manifaturacılık yapıyordu. Cahit Koytak şiirlerine konu olan ortaklık. Bugün kimse aramasın beni/ Sayım var / Dükkân kapalı / Bugün kepenkleri çektim erkenden / Dışarda yağmurun sersemlettiği / Yaşlı bir engerek gibi çekildim / İnsanların ve böceklerin /Aynı ısrarla kirlettiği /Hanlara zonklayan odalara.”

Cağaloğlu’nda yayıncılık yaptığım yıllardı. İş çıkışı dükkâna uğrar, Eminönü’nde İsmet Özel ve İsmail Kara ile buluşur 6,05 (18:05) vapuru ile Boğaziçi’ne doğru kültür sofrasına otururduk. Bu birlikteliklerin birleştirici harcı hep Yaşar Bostan’dı. Sonra telaş arttı. Yeryüzüne dağıldık. Ama birbirimizi unutmadık. Ev telefonu ile görüştük kimi zaman, kimi zaman gemide karşılaştık. Yaşar Ağabey hep çağının “nev-i şahsına münhasır, numune-i imtisali” ve ahlâk abidesi olarak yaşadı.

Hiç araç kullanmadı. Cep telefonu da kullanmıyordu; ancak rahatsızlanınca edindiğini öğrendim. Birkaç kez de böyle görüştük. Son telefon görüşmemizde sesi kendisine ait değildi adeta. O hep naif ve sükûtuyla çok şey anlatan bir mümindi.

Cenazesi son yıllarda katıldığım en özel cenazelerdendi. Hatta biricikti. Yakın dostları ve arkadaşları oradaydı, ikindiye saatler kala camideydik. Oradaki herkesin bir şekilde Yaşar Ağabeyle yolu kesişmiş, selamlaşmışlardı. Helallik istendiğinde yüksek sesle ve tereddütsüz binlerce insandan tek bir ses yükseldi: Helâl olsun! Helalleşen kalabalık, defin esnasında da neredeyse fire vermeden son görevini yerine getirdi.

Hayatı boyunca hiç kimse ile ters düşmedi. Yanlışlıkla da olsa kötü bir fiille anılan hiç kimse ile yan yana anılmadı. Ve Yaşar Ağabey biriyle konuşurken esneyen insanlara mahsus bir refleksle elini ağzına götürür öyle konuşurdu. Yaşar Bostan Ağabeye rahmet diliyorum. En özel arkadaşı İbrahim Açıksöz başta olmak üzere, çocuklarına ve tüm dostlarına sabır diliyorum. İyi bilirdik.