Asırlardır savaş koşulları ve kalıcı barış imkânı üzerine kafa yoran, düşünen birçok filozof ve düşünür ortaya çıkmıştı. Bunlardan Clausewitz, bizzat kendisinin savaşlarda yaşamış olduğu tecrübeleri yazarak anlatmış, savaşın diplomasinin bir devamı ya da dış politikanın farklı bir aracı olduğu çıkarımını elde etmişti. Ona göre savaş, belirli koşullarda beklenen ve olağan bir şeydi, ama bir amaca hizmet etmek zorundaydı.  Aksi takdirde anlamsız bir “mutlak savaş”a dönüşmesi engellenemezdi.  

Tarihin sayfalarında bir taraftan insan doğasının gerçekte iyi ve diğerkâm olduğu diğer taraftan insanın çıkar ve güç istencinden her şeyi yapabilecek bir canavara dönüşebileceği görüşleri farklı alt başlıklarla aktarılmaya devam etti. Yakın geçmişte örneğin realist akımın öncüleri içerisinde sayılan Morgenthau, ‘hep ahlak diyecekseniz gidip aziz olacaksınız’ sözlerini sarf ederek idealist fikir ve teorileri “ipe un serme” anlayışı olarak itham etti.

Birinci Dünya Savaşı sonrası “iyi niyet” temennileriyle ortaya çıkan Uluslararası İlişkiler disiplini barış için birçok farklı uluslararası organizasyonun ortaya çıkmasını da teşvik etti. Fakat her şeye rağmen sadece yirmi yıl sonra çok daha fazla insan kaybının meydana geldiği büyük yıkım olan İkinci Dünya Savaşı’nın çıkışı engellenemedi. 

Milyonlarca insanın hayatını kaybettiği büyük felaket sonrası Uluslararası İlişkiler’in kendi içerisindeki teorik tartışmalar daha da genişledi,  paradigmalar temelden masaya yatırıldı. Farklı teorik çerçevelerle yeni cepheler açıldı, bitmeyen şiddet temayülü yeni perdeleri kendi portesinde sergilemeye mecbur etti.    

Ortak ve mutlak gaye yine savaşları durdurmaktı. İnsanın kırık notlarla müteşekkil karnesi veyahut savaş deryası artık barış pınarına evirilebilecek miydi? Cevap arayışı sürdü.

Devletlerin savaşma sebepleri üzerine düşünen Waltz, insan doğasının nasıl olduğunun bir öneminin olmadığını ve sorunun insandan değil sistemden kaynaklandığını söyleyerek uluslararası sistemin anarşik yapısına işaret etti. Çünkü uluslararası ortamda hiyerarşik bir mekanizma yoktu, herkesin itibar ettiği bir otorite eksikliği vardı. Her devlet kendi başının çaresine bakmak zorunda olduğundan güvenlik endişesi güç arayışını tetikleyecekti. “Self help” her şeyden önemliydi, bu satıhtaki “yüksek politika” en öncelikli hale getirilmeliydi. “Sıfır toplamlı oyun” içerisinde barış için iki devletin karşılıklı “güç dengesi” en etkili yöntemdi, iki aktörün sınırlı hareket kabiliyeti öngörülebilirliğe de katkı yapacaktı.

Başka bir mercekle, tek bir hegemonya şemsiyesi altında barışın daha rahat temin edileceği anlatılmakta, Pax Americana ve Pax Britannica dönemlerine atıfta bulunularak ufukta barış aranmaktaydı. Bir diğer perspektifte ise liberal iktisatta olduğu gibi uluslararası ticaret, uluslararası hukuk, uluslararası örgütler sayesinde karşılıklı bağımlılık ortaya çıkacak ve dolayısıyla savaş engellenebilecekti. Bununla ilişkili olarak siyasi rejimler bağlamında ise sadece demokratik rejime sahip olan ülkelerin birbirleriyle savaşmayabileceği kantitatif yöntemlerle ispatlama yoluna gidilecekti.