On yıllardır Türkiye’de Müslüman çevreler “edebiyat disiplinleri ile düşünce, dava ve ideallerini” anlatma ikliminden koptular. Bunun tarihi nereden başlar sorusunun cevabı da maalesef bende net değil. Edebiyat metinlerine düşünce eklemlendiğinde metinlerinin okunmayacağı endişesi taşıyor, yazarlar. Genç yazarlar ilahi ve kutsal alanlarını ana kaynaklarına en uzak metinlerden öğrendiklerinden Homeros ve İlyada’dan aldıkları referansla eserlerine kutsalları antropomorfizm (insan biçimcilik) ile dahil etmekten kaçınmıyorlar.

Geriye dönüp Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Edebiyat dergisi ve Mavera ekibinin çabaları ile metinlerindeki büyük kavgaları, fikri heyecanları hatırlatacağım ama yeni yetme, kifayetsiz yeterlilik sarhoşu nesil onları okumaktan vaz geçeli çok oldu. Edebiyatlarını, hikâye ve şiirlerini ne üzerine ve nasıl kuracaklar? Kayıp on yılların ardından kocaman kayıp bir gelecek daha geliyor. Sosyal medya aforizmalarının sarhoş ettiği bir neslin kayıp yıllarını yaşıyoruz. “Sosyal medya” dili, kimi edebiyat dergilerinde “edebi metin ve şiir” olarak karşımıza çıkıyor, bir süre sonra da kitap olarak yayımlanıp insan neslinin zihin dünyasını iğfal ediyor.

Edebiyatımızda değerler, inanç, tahkiye, dini ögeler, tarih, mitoloji, efsaneler ve masallar neden kayboldu? Hayatınızda olmayanı, okumadığınızı, haşır neşir olmadığınızı yazamazsınız. Bunlar hayatımızdan çekildi. Her biri küçük bir çoktan seçmeli soruya dönüştü. Hayatınızda yer almayan kelime ve kavramla yazamazsınız. Hayatınıza dahil etmediğiniz değerlerle yazamazsınız. Filistin ve Kudüs hayatınızda yoksa, gönlünüze dokunan hissi bir ilişki kuramamışsanız yazamazsınız. Ayasofya açıldığında onunla ilgili yaşanan kavgalara vakıf değilseniz, Ayasofya’nın açılışının dedenizde veya babanızda ya da 28 Şubat darbesinde mağduriyet yaşamış annenizde gözlemlediğiniz heyecan siz genç şairi ve hikâyeciyi heyecanlandırmayacaktır.

Hatırlamak ve yenilenmek insana özgüdür. İnsan tarihiyle, bayramlarıyla, fetihleriyle, coğrafyasıyla kurduğu ünsiyetle hatırlar. Hatırladıklarını geleneğin büyük birikiminin süzgecinden geçirerek yeniden yorumlar ve yeni bir an inşa eder; o an da geleceğin başladığı andır, çünkü gelecek bu gündür. Geleceği yıllar sonrasında aramak, olmayana ve bilinmeyene tutunmaktır. Bu günü doğru yapanların yarınları mutlaka mamur olacaktır.

Tarihle coğrafya arasında bir yerde durduğunuzda konuştuğunuz dil, eski dünyanın yarısında (Asya ve Avrupa’da) zihninizde bir çağrışım yapar. At sırtında ön Asya’dan Graz’a (Avusturya) kadar bir coğrafyaya hükmeden tarihi bölgeleri edindiğiniz bir pasaportla gezmeye kalkışsanız ve geziyi bitirmeye muvaffak olursanız pasaportunuzda bir başka ülkeye giriş çıkış damgası için yer kalmadığını görürsünüz. Bu geziyi Endülüs’e doğru yaparsanız, Marsilya’da da Osmanlı gülleleri sizi karşılar. Birinci Dünya Savaşı’nın esir gazilerinin mezarları galip olduğunuz bir savaşın mağduru oluşun tanıklığı olarak yankılanır oralarda.

Fikri geleneği yenilemenin yolu mensubu olduğumuz tarihi birikimi, coğrafyayı bilmekten ve bu iki büyük bilgi kaynağının medeniyet ve kültür yapıcısı mirasın neye tekabül ettiğini bir nebze anlamaktan geçer. Bir düşünce adamının “Müslümanlar Batı’nın sebep olduğu fikri ve zihni tahribatı sorguladıkları ölçüde, geleneklerini de sorgulamak ve yeniden düşünmek ve yenilemek zorundadır” der. Bu sorgulama ve yeniden düşünme, yeniden inşa ve yenileme anlamına gelir ve çağı, çağın diliyle yaşanır kılabilme tekliflerini üretir. Eğer hikâyemizi, şiirimizi ve denememizi düşünce iklimimizde kalarak yeniden kuramazsak veya kurmaktan kaçınırsak süratle mevzilerimizi yitiririz.

Son yıllarda Müslüman yazar çizer takımı maalesef temel kaynaklarından beslenme, 19. ve 20. asır öncü Müslüman yazarlardan yararlanma yerine Batı çağdaş düşüncesinden beslenmeyi, onların kelime ve kavramlarıyla yazmayı ve konuşmayı bir ayrıcalık gibi kullanmaya başladı. Bu öykünme çabası kavram ve kelimelerimizi hayatımızdan çıkarmakta; dil, din, kültür ve medeniyetten kopuşumuzu hızlandırmaktadır. 19. yüzyılda başlayan kültürel kopuş ve medeniyet değiştirmenin olumsuz etkileri artarak devam etmektedir.

70’li yılların ilk yarısında oruç zamanları aşhane ve lokantalar kapanır, açık tutulan bir iki lokanta da yolcu ve hastalara hizmet etmek üzere açık bırakılır; ancak pencereler perde ile örtülerek içerisi görünmez hale getirilirdi. Günümüzde ise neredeyse kapanan yiyecek-içecek mekânı yok. Bu kültürel bozulmaya benzer daha pek çok şey hayatımıza dahil oldu. Kafe kültürü, kafelerde nargile içmek, alkolsüz mekanlarda alkollü mekanlarda yapılan ritüellerle sebze-meyve suları servis etmek gibi garip kazanç yolları da çoğalmaya devam ediyor.  

Tarihin boy verdiği, inancın gümrah bir hayat olarak yaşandığı coğrafyanın farkına varmak temennisiyle.