Siyasi rejimler demokratik olsalar da, dünya olabildiğince küreselleşse de devletlerin kendi aralarındaki asimetrik güç dengesi endişeyle birlikte “hayatta kalma” güdüsünü tetikliyor, böylelikle “beka sorunu” şiddetli çatışmaların kaynağını oluşturmaya devam ediyor.

Uluslararası ticaretteki olabildiğince serbestliğin her zaman “win win”i değil, “sıfır toplamlı” bir bağımlılık oyununu dayattığı da mütemadiyen siyasi yönetimler tarafından teyit ediliyor.       

Wallerstein, yarı çevre olarak tasvir ettiği bazı gelişmekte olan ülkelerin mezkûr bağımlılık ilişkisini daha da meşrulaştırdığını belirterek eleştirel akıma katkı sağlamıştır. Çünkü uluslararası kapitalist düzen bu şekilde işlevini devam ettiriyor, ülkeler örümcek ağı ile adil olmayan şekilde birbirlerine bağımlı hale getiriliyor ve merkez ülkeler lehine oluşturulmuş düzene istikrar kazandırılıyordu.

Böylelikle uluslararası kapitalizm barışı temin etmekten ziyade hammadde ve pazar ihtiyacıyla daha fazla çatışmayı körükler hale geliyor, dünyayı daha az güvenli şekle dönüştürecek savaş tohumları devamlı suretle ekiliyordu.   

Zaten Gramsci ve Cox, ideolojilerin hep bir amaç uğruna üretildiğini yazmıştı. Hatta kilise ve okullar, sivil toplum kuruluşları bile üretilen resmi ideolojilerin devamlılığına katkı yapmak amacıyla inşa edilmişlerdi. Böyle bakıldığında savaş çığırtkanlığının bile arka planda bir takım ideolojik çıkarlara hizmet ettiğini tahmin etmek güç değildi. Halkların rızası ise resmi yönlendirmelerle aralıksız inşa edilmeliydi.     

Wilson prensipleri ve idealizminin ortaya çıktığı dönem düşünüldüğünde sömürgeciliğin getirilerinde sona yaklaşıldığı ve müstemleke unsurların “marjinal fayda”larının bile artık tükendiği görülebilir. Ülkelerin kendi bağımsızlıklarını elde etmelerinin küresel sermayeye daha fazla hizmet eder hale geldiği bir zamana denk gelindiği tescillenebilir. Uluslararası sistemin böylece Hegemon ideolojik perspektifin doğrultusunda hareket etmeye devam ettiği düşünülebilir.    

Alman iktisatçı List’ten mülhem Ha-Joon Chang, tam da bu sebepten “merdiveni tekmelemek” metaforunu kullanır. Amerikalıların Monroe Doktrini’ne ve İngiltere’nin Napolyon Savaşları sonrasındaki korumacı uygulamalarına atıfta bulunmak bu açıdan anlam kazanır.

Son iki asırdır liberal düzen, uluslararası ticaret ve serbestleşme yanlısı olan iki Anglo-Sakson aktör, geçmişte bir dönemde ise tam zıt politikalara ihtiyaç duymuşlardı. Bu korumacı anlayış kendileri açısından gerekliliğini yitirdiğinde ise artık o merdivene ihtiyaç kalmamıştı, fakat merdiven başkaları tarafından da kullanılmamalıydı. Uluslararası sistemdeki barışın önündeki engellerden olan asimetrik güç dengesi bu yanlı politik zemin üzerine inşa edilmişti.  

Dünden bugüne barış için hem akademik hem de sosyo-politik çabalar sürerken özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Barış Çalışmaları şeklinde bir alt disiplin üretildi. Soğuk Savaş sonrası devlet içi çatışmaların artışıyla birlikte süreçleri anlamaya yönelik akademik çabalar arttı. Bu doğrultuda Galtung’un pozitif ve negatif barış tasnifi ayrıca önem kazandı. Uzun süreli çatışmaların belirlenmiş müzakereler sonucunda ateşkes ile sonuçlanması negatif barış olarak tanımlanırken, kalıcı barış ise nihai olarak hedeflenen pozitif barış olarak nitelendirildi.

Pozitif barışın inşasındaki zorluklar ve devletlerarası ama bilhassa devlet içi çatışmaların artarak devam etmesi Uluslararası İlişkiler’in geçmişten bugüne “Barış” ile imtihanında önemli bir başarı sağlayamadığını bize göstermiştir.

Her şeye rağmen uluslararası toplumun bu yöndeki gayretleri geleceğe yönelik iyi niyet temennilerinin sinyallerini bir nebze olsun aralayabilse de pozitif bilimlerdeki asırlardır sağlanan büyük teknolojik ve sınai gelişme ile “İnsani Gelişme”de elde edilen sığ ilerlemenin karşılaştırılmasındaki barışın hanesine yazılan faydanın asgari düzeyde kalması ümitlerimizi zedelemeye yetmektedir.