İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki hızlı değişim, insanların kırsal alanlardan koşarak şehre gelmelerine sebep oldu. Köylerden çiftini-çubuğunu, davarını-ineğini bırakanlar şehirde “medenî” hayatın cazibesi karşısında büyülenmiş şekilde arka sokaklarda kayboldular. Şehrin ışıltılı dünyası onların gözlerini kamaştırmıştı. Köylerde sabahleyin karşı dağların ufkundan doğan güneşle güne başlarken şehirde apartmanların bodrum katlarından sokağa açılan pencerelerden işe koşan ayakkabı görüntülerine razı oldular.

“Elimiz temiz ayağımız temiz ne ala şehirde yaşıyoruz. ”diyerek köyü unutmaya çalıştılar. Sabah güneş doğmadan yola çıkıyor, minibüse ve otobüse binmek için yoğun bir mücadele veriyorlar. Olsun, köyde tarlada taş sökmekten daha kolay durakta insan itelemek. Oysa bu şehirlilerin çok kibar olduklarını söylerlerdi ama hiçte öyle değiller sanki. Araca binme başarısını gösteremeyenler sonrakini ancak hiç ses çıkarmadan bekliyorlar, o da kibarlık olsun diye. Araca binenler için ise henüz çile bitmedi, yer kapma savaşına hazır olsunlar. 100 kişilik araçta 25 kişilik oturma alanı var. Hamileler ve sakatlar için yer ayrılsa da orada ashabı bozuk, sosyal medyada sosyalleşirken uykusuz kalan genç oturuyor! Medeniyetin nimetlerinden istifade etmeyip de “köylü mü” kalsın garibim. Onun babası ve anası da köyden gelmiş, başkalarına yer vermek gibi kötü bir alışkanlığı niye edinmesin ki. “Güzel hayat”ın eve dönüşü de bundan daha medenî! değildir.  

Buradan köyü ve köylüleri küçümsediğim anlamı çıkmasın. Eski zamanlarda köyler, büyük medeniyetimizin rafine yaşandığı yerlerdi. İnsanlar çok ilim sahibi olmasa da irfan sahibi idiler. Hâlâ güzel örneklerini Anadolu’nun ücra köşelerinde bulmak mümkün. Sonra çağdaş medeniyetin değerleri dokundu her yere; bize dair ne varsa aldı götürdü. Değerlerinden kopan insanlar, bağlarını ve bahçelerini daha kolay terk ettiler. “Şeherli” oldular ama irfan medeniyetlerini koruyamadılar. Çünkü şehirde “Medine” olmaktan çıkmış içinde bize ait şeylerin azaldığı kente dönüşmüştü.

Köyün dar çevreli koruyuculuğundan kurtulanlar, “şehir ormanında” kaybolmanın keyfini sürmeye başladılar. Ne yapsalar yanlarına kar kalıyor artık. Çünkü ayıplayan yok, uyaran yok. Eskiden şehir de semtleriyle, mahalleleriyle sosyal bir çevre idi. Mahallede herkes birbirini tanır; yaşayanların velisi de delisi de bilinirdi. Cami, medrese, çarşı, pazar ekseninde hayat daha çok bu çerçevede akar giderdi.

Ulaşım ve iletişim; mahalleleri, ilçeleri, şehirleri birbirine bağlarken “merkez” kayboldu. Sadece merkez kaybolmakla kalmadı gelen göç dalgası tarihî dokuyu da tahrip etti.  Yeni uydu “uyduruk” kentler kimliksiz, tanımsız kitlelerin kontrolsüz dolaştığı apartman yığınları haline geldi. Buralara gelenler tutunmak için her yolu mubah görmeye başladılar. Değerlere savaş açılan bu dünyada onları sınırlayacak ne olabilirdi ki…

Kent ormanında helal haram bilmeden daha çok kazanmaktı esas olan. O nedenle Allah korkusu olmayan, kuldan utanmayan, kanun tanımayan insanlardan merhamet beklemek maalesef “saflık” olarak adlandırılır oldu. Çare; maneviyatı, değerleri, medeniyeti yeniden kuşanmaktan; eline, diline, beline sahip olmaktan geçiyor. Bu şehri İstanbul’da hala medeniyet elçileri, hak ve hakikat aşığı çok sayıda insan ve müessesinin var olduğunu bilmek ise bizim tesellimiz.