Bu haftaki yazıma, geçen haftaki yazımın bir devamı olarak, yani“Neden böyle oluyor?” sorusuna cevap vererek başlayacağımı belirtmiştim. Böylece bugüne kadar etkinsizlik, eşitsizlik, işsizlik ve enflasyon çerçevesinde açıklamaya çalıştığım kapitalist iktisadi düşüncenin açmazlarını, bu sefer Ortodoks ve Heterodoks politikalar çerçevesinde açıklamaya gayret edeceğim.

Neden böyle oluyor? Bankalardan örnek vereyim.

Bankalar temel işlevi olan kredi tahsisi yapabilmek için yurtiçi ve yurtdışı yerleşiklerin tasarruflarından faydalanıyorlar, onlardan mevduat topluyorlar. Bu mevduatın karşılığında bir “mevduat faizi” ödüyorlar. Mevduat faizinin en önemli belirleyici kalemlerinden bir tanesi enflasyon haddi.

Bankaların, tasarruf sahiplerinin elindeki kaynaklarını çekebilmesi için onlara en az enflasyon kadar bir faiz ödemesi gerekiyor ki tasarruf sahiplerinin alım gücü erimesin. Enflasyon yükselince, mevduat faizleri; mevduat faizleri yükselmeye başlayınca da kredi faizleri yükselmeye başlıyor. Nihayetinde, nominal faiz haddi enflasyon haddinde yaşanan değişimleri bire bir takip ediyor.

Bu düşünceler, ekonomi kitaplarında çeşitli analitik araçlar (ad-as, ad-aı, ıs-lm) marifetiyle ispatlanmaya çalışılır.

Peki bu geçerli midir?

Gelin Türkiye ekonomisi üzerinden örneklendirelim.

İktisadi teoride fiyatların yapışkanlığını, karar birimlerinin beklentilerinin rasyonelliğini kabul eden yeni Keynesyen Phillips eğrisi analizi olarak adlandırdığımız notasyon çerçevesinde belirli ekonometrik yöntemler kullanarak enflasyonun belirleyici unsurları tahmin edilebiliyor. Literatürde bunun örnekleri mevcut.

Bu çalışmalar incelendiğinde, arada küçük boyutta dönemsel ve etkensel farklılıklar bulunmakla birlikte üç aktörün varlığı gözümüze batıyor. Bunlar döviz kuru gelişmeleri, gıda fiyatları ve reel sektörün fiyatlama davranışları.

Gelin şimdi bu aktörlerin her birisi üzerinde faiz politikasının işlerliği hakkında beraber muhakeme yürütelim. İlk olarak döviz kuru gelişmeleri çerçevesinde Türk lirasında yaşanan değer kayıplarını önlemek adına Ortodoks iktisat politikası çerçevesinde yüksek reel faiz vasıtası ile yurt dışından sıcak para çekilmeye çalışıldığını düşünelim. Böylece beklenen Türk lirasının değer kazanması, döviz kurlarının düşmesi ve enflasyonun düşmesidir.

Bu yöntem kısa zamanda hızlı bir sonuç verebilir, tamam, bunu kabul edelim. Hatta ülkemizdeki döviz tutma eğilimleri ile beraber düşünüldüğü zaman “döviz kurunun düşmesi” yönündeki bu adım, ekonominin iyiye gittiğine işaret olarak algılanabilir.

Peki ayrışan nokta nerededir?

Tam da burada. Çünkü yüksek faiz vasıtasıyla sıcak para çekerek enflasyonu çözmeye çalışmak, yapısal enflasyon ile mücadele etmek adına gayret gösteren Türkiye Ekonomisi açısından sorunu kısa bir dönem için halleder. Ancak bir o kadar derinleştirir, başka bir zaman öteler.

Peki neden?

Yüksek reel faiz uygulayarak kuru düşük tutmak iktisadi büyümeyi sürdürülebilir olmaktan çıkarır, topluma kalıcı bir refah artışı sunmaktan uzaktır. Yüksek faiz döneminde, bunun getirisinden faydalanmak adına ülkeye giren döviz, arzın bollaşmasına, Türk Lirası’nın aşırı değerlenmesine yol açar ki bunun beraberinde getireceği kaçınılmaz son ithalat talebinin artması ve yurtiçi katma değerin azalması yönündedir.

İnceleme imkânınız olursa bakabilirsiniz, dünya girdi-çıktı veri tabanı (world input output database) üzerinden Türkiye ekonomisinin üretim formuna yönelik elde edilen veriler, özellikle elektronik, makine ve imalat sanayi sektörlerinde bin Amerikan Doları katma değer üretime karşılık gerçekleştirilen ithalatın yoğunluğunu yansıtmaktadır.

İlave, bu aşamada temin edilen yurtdışı tasarruflar, verimliliği görece yüksek olan sabit sermaye yatırımları yerine, ithal tüketim mallarının finansmanında kullanılıyor. Reel sektör, yurtdışı tasarruf akımının sonlanmayacağı düşüncesi ile geniş hareket ediyor, yüksek faiz politikasından dolayı döviz cinsinden borçlanıyor ki dış borç stoku, nominal hasıladan daha hızlı yükseliyor.

Türkiye’nin iç ve dış siyasette ortaya koyduğu yerli, milli ve bağımsız vizyondan rahatsız olan ülkelerin finansal yaptırımları bir direnç aracı olarak kullanma alışkanlığını da düşündüğümüzde, ekonominin küresel likidite koşullarına duyarlılığı oldukça yükseliyor.

Küresel likidite kaçarsa ne oluyor?

Döviz kurları ve enflasyon yükseliyor, yeniden reel faiz artışı yapmak gerekiyor. İşte bu aşamada film başa dönüyor. Faiz artışı ile beraber ekonomi durgunluk veya küçülme yaşıyor, istihdam düşerken, işsizlik artmaya başlıyor. Elbette bu dönemin en belirgin özelliği cari açığın da daralması.

Ancak fiyat istikrarı ile beraber yurtiçi talebin hareketlenmesi filmi başa döndürüyor, yeniden dış borçlanma ve cari açık döngüsü.

Yazımın kalan kısmına inşallah gelecek hafta devam edeceğim.