Bu büyük İslâm Davasını omuzlayıp kaldıranlar vardı bir ara. Tam kaldırmışlar ve ileriye doğru adım atarlarken, dünya nimetleri saçılıverdi önlerine. İşte o zaman omuzlamayı bırakıp koştular onlara. Yanlarında omuzladığı arkadaşları; "Durun, gitmeyin, bırakmayın!.." deseler de dinlemediler. Âh dünyâ! Sen tatlı gelmiştin onlara. 'Zengin olmalıydı Müslüman. Daha çok hizmet ederdi davaya o zaman' diyorlardı. Ama dönüp bakamadılar bile. Ve sonuç; bir avuç Müslümanın omuzlarına kalmıştı bu dava. Allah onu düşürmeyecekti. Olanlar ise sadece kaçanlara idi.

ÜSTAT NECİP FAZIL

Bizim gençlik yıllarımızın en önemli dava adamıydı rahmetli Necip Fazıl. O sadece yazan değil aynı zamanda cihat alanlarında at koşturan bir süvari kılıcı, kınına girmeden savaşan bir mücahitti. Bütün davası İslam’dı. Gecesi gündüzü hatta rüyaları hep buydu. Zaten bir insanın imanı ve davası rüyalarına girmezse, gerçek bir dava adamı asla olamaz.

Yürek vardı onda; Demirden zırh gibi. Heyecan vardı onda; Şaha kalkan at gibi. Sevda vardı onda; Çağlayan bir şelâle gibi. Aşk vardı onda. Sanki bir Yunus gibi. Bağlılık ve muhabbet vardı onda; “Çöle İnen Nur” gibi. Çile vardı onda; Kitaplaşan Çile'si gibi. Medrese vardı onda; Yusuf gibi. Kâfirlere hiciv vardı onda; Hassan bin Sâbit gibi.

Onu dinlerken salonlar hınca hınç dolardı. “Üstat, üstat!” derken o iyice coşardı. Bakarsınız konferans ya da yazılarından dolayı ertesi gün nezaretteydi.

Biz, Sakarya Türküsü ile ayağa kalkmıştık. Her konferansta İstiklal Marşı ve Sakarya Türküsü’nü okurduk. Gençlikti o. Türkiye’ydi o. İslâm dünyasıydı o. Osmanlı ruhuydu o. Kur'an ve Sünnet sevdasıydı o.

SAKARYA TÜRKÜSÜ (Kısaltılmış)

İnsan bu, su misâli, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya…
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak…
Her şey akar; su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nûr akar; birinden kir!
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!

Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
……..
Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağı’nı assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Sakarya, saf çocuğu, masûm Anadolu’nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!

Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!

BİTMEYEN HEYECAN

Âh o günler... O heyecanlar... O cânlar... O gönüller. O fedailer...  Konferans aralarında bize heyecan veren sloganlar atardık. HAK YOL İSLÂM misali.

Bu ruh bambaşka bir ruhtu. Bunu gençliğe aşılama görevini vermişti şüphesiz Rabbimiz o erlere. Dava adamları başkaydı. Allah'ın seçkin kullarıydı. Şüphesiz onların başında peygamberler ve onların mührü Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz gelirdi. Ondan sonra her asırda ve her mekânda dava adamları gelmişti. Toplumlara yeni bir heyecan ve diriliş getirirdi bu kimseler. Hem erkek hem kadınından.

Biz Şule Yüksel Ablamızı da gördük. Huzur Sokağı ile İslâm’ın huzurunu bulduk. O da tam bir dava kadınıydı. Tarihimizi öğrendik konferans ve kitaplarıyla Kadir Mısıroğlu’dan. Bunlar bizim neslimize Allah'ın ikramıydı. Ne mutlu onlara. Daha nicelerine şahit olduk. Okuduk, dinledik ve silkindik. Şiirleriyle ayağa kalktık Abdürrahim Karakoç’un. Meydanlar inlerdi bunlarla.

HAK YOL İSLÂM YAZACAĞIZ (Kısaltılmış)

Kör dünyanın göbeğine,
Hak yol İslâm yazacağız.
Kuşların göz bebeğine,
Hak yol İslâm yazacağız.

Yola, ağaca, pınara,
Esen yele, yağan kara,
Yağmur yüklü bulutlara,
Hak yol İslâm yazacağız.

Koç burcuna, yay burcuna,
Bebeklerin avucuna,
Minarelerin ucuna,
Hak yol İslâm yazacağız.

DİRİLİŞ NESLİNİN AMENTÜSÜ

(Diriliş yazılarıyla dirildik genç yaşlarımızda Sezai Karakoç’un.)

“Kendimin bir diriliş eri olduğuma inanıyorum.

Bir Diriliş Cephesi bulunduğuna ve kendimin de o cephede bir savaş adamı olduğuma, olmam gerektiğine inanıyorum.

Bu nasıl bir savaştır? Topla, tüfekle, bombayla, molotof kokteyli veya füze, nükleer silâh veya gazla yapılan savaş olmaktan önce ve öte, bir ruh savaşıdır. Ruhlar arasında olan bir savaştır. Bu savaşlarda bedenlerden, maddî vücutlardan önce ruhlar, manevî vücutlar, yani var oluşlar düşer, tutsak olur, yenilgiye uğrar. Ya da tersine düşürür, tutsak eder, yenilgiye uğratır.

Bu bir zihniyet savaşıdır. Karayla akın savaşıdır. Bu bir hayat tarzı, dünya görüşü, yani bir medeniyet savaşıdır. Bedenimin,  maddî   vücudumun,  benliğimin özü olan ruhumun bir aleti, bir kemanı, bir silâhı, bir donatımı olduğuna inanıyorum. Düşmanı 12’den vurmak için kullanılan bir silâh.

Bu açıdan, beden de, maddî vücut da, onu çevreleyen fizik âlem, bu dünya da, hepsi âdeta ruhun uzantısı olarak yüce bir anlam kazanıyor.

VÜCUDUM, RUHUMUN BUYRUĞUNDA OLMALIDIR.

Ruhum da mutlak âleme başını uzatmalı, oradan soluk almalı, oradan göz ve gönül almalıdır.

Ruh, sürekli olarak, Allah’ı bilme, Allah huzurunda olma savaşı içinde olacaktır. Buna engel olmaya çalışan benlik içi veya ben ötesi bütün yâd varlıklarla savaşacaktır sürekli olarak ruh.

Diriliş, ruhun açtığı bu sürekli savaşı sürdürme ve bu savaştan sürekli olarak başarılı çıkma demektir.

Allah’a inanıyorum. Ben bir diriliş işçisiyim. Allah kentinin işçisiyim. Allah’ın övdüğü, beğendiği İslâm toplumunu ören, toplumunun örülen duvarında en küçük bir kum tanesi olmaktan öte, öğüncüm olamaz.

Allah’a inanan insanın özgür olduğuna inanıyorum. İnsan boynuna zincir atan, takan eşyadan ve öteki insanlardan, insanların tanrılaştırdığı kişi ve eşyadan insanı ancak Allah kurtarır. Yani insanı ancak Allah özgür kılar.

MANÂ ERLERİ

Bunların yanında Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendi, Mehmed Zahid Kotku Efendi gibi nice manevî terbiyeye ehil, güzel insanların da ellerini öpüp dualarını almak nasip olmuştu bizim nesillerimize.

Bugünkü nesillere üzülüyorum. Bütün bu eşsizliklerden mahrumlar. Yıllardır gıdasız kaldılar. Ruhları aç. Bedenleri tok olsa ne yazar?
Ama bizim neslimizin pek çoğuna da üzülüyorum şimdi. Nereye gitti o gayretler, çabalar, gece gündüz koşturmalar? Nereye gitti dava adamlığı? Niye aldandık dünyalığa. Biz razıydık peynir ekmeğe. Ne oldu şimdi? Neden çekildik köşelere, kabuğumuza? Niye verdik kendimizi bahçelere bağlara? Yorulduk mu? Yorulmak öyle mi? Nasıl olur böyle? Bu nasıl ifade? Baksanıza Allah Rasulüne! Var mıydı yorulmak onda? Ümmeti vardı son nefesinde bile. 

Bu bir acıdır ki, felâket. Bunun sonu mahviyet. Dur ve düşün ey kardeşim! Ayağa kalk! Haydi. Yönel hedefe. Sahip ol davana ki, Allah (c.c.) sahip olsun sana!

Kolay zamanlar, kötü ve güçsüz nesiller yetiştiriyor maalesef. Zor zamanlar ise, güçlü liderler ve bilinçli gençler yetiştiriyor. Şimdi o güçlü liderler geçti bizi idare ediyor derken, saldık kendimizi. Unuttuk şuurumuzu. Mahvettik nesillerimizi. Oysa aynı hızla devam etmeliydik yolumuza. Allah diriliş versin ruhlarımıza. Ruhumuz olsun Allah ve Rasülü aşkıyla kalkıp ve koşmak… Bunun gayrısı ise dünyada yorulmak, uhrâda ağlamak…

Kalk ve yürü! Kalk ve koş! Davan gidiyor, ona yetiş ve kurtar kendini. Yoksa öksüz ve köksüz kalan sen olursun. Garip kalırsın. Sonra da horlanırsın…