Her milletin tarihinde, bakanın meşrebine göre çok rahat manipüle edebildiği ya da alacakaranlığın -doğası gereği- tam olarak göstermemesi sebebiyle ne olduğu anlaşılamayan şeylere yüklenen anlamlar, gün ortalığı aydınlattığında da kavgaların kaynağı olmaya devam ediyor…

Bir şey alacakaranlıkta bilinçsiz ya da bilinçli nasıl algılanmış ise o iddia, hükmünü kaybetmeden devam ettiriliyor ne yazık ki…

Son zamanlarda Sultan Vahdettin üzerinden yapılan Osmanlı aşağılamaları, hakaretleri de bütün iddialarını işte böylesi bir zamana dayandırıyor…

Oysa daha aydınlık olan biraz öncesi ya da biraz sonrası ile değerlendirilen bir alacakaranlık, çok daha az kavga sebebi olacak şekilde “mümkün bir netliğe” kavuşturulabilir inancındayım…

Zira alacakaranlıktan geçen hadiselerin kahramanları da öncesi ve sonrasıyla değerlendirilmediğinde haksızlığa uğramış oluyorlar…

Ve oluşan cepheler düşünüldüğünde birinin gözünde diğeri, öbürünün gözünde beriki derken, oluşan haksızlıktan nasibini almayan kalmamış oluyor…

Hâkim kitlenin ya da zamanın ruhunun da insaflı her düşünceyi linç ettiği düşünüldüğünde, sonu gelmeyen bir fikir hatta bazen fiziksel çatışmalar silsilesi sürüp gidiyor…

Vahdettin’e hain diyenler, biraz önceye gittiğinde “hain” dedikleri Padişahın ya da ailesinin Atatürk’ün bütün askerî unvanlarını verenler olduğunu göreceklerdir…

Zira “devlette devamlılık” ilkesini her fırsatta dile getirenler bu gerçeği sırf “çarpık” tezlerini yaşatmak adına lokal durumlarda görmezden gelebiliyorlar…

Oysa yaşayan şey onları doğrulamıyor; çünkü kendileri de Atatürk’e “bu unvanları hainler verdi” diyerek onu “er” konumuna indiremezler…  

Kaldı ki Atatürk de, Osmanlı ordusunda aldığı bütün unvanlarını cumhuriyetle birlikte yaşatmaya ve sahip çıkmaya devam etmiştir…

Birileri -zorlayarak- hâlâ Atatürk’ün Anadolu’ya “kaçarak” geldiğine inanmaya devam etse de, en azından belli kesimler, “Evet bir görevle geldi ama görevi padişah değil devlet verdi” diyerek komik bir yumuşama içine girmiş durumdalar…

Hem Padişahın her şeyi kontrol ettiğini hatta onaylamadığı hâlde “Sevr”in bile müsebbibi olduğunu iddia ediyorlar hem de “padişahtan bağımsız bir devlet” iddiasıyla Anadolu’ya bir görevlendirmeyi savunabiliyorlar…

Çelişkiler yumağıyla sunulan bir alacakaranlık hiç kimsenin hayrına olmadı…

Bazen en mühim şeyleri temelden yoksun bırakarak bazen de o temelin gücü olmadan ilerlenemeyeceği gerçeğini kabul ederek nereye varılabilir ki?

İşin temelinde olanlar -sonra inkâr edilse de- çok farklıydı elbette…

İngiliz Amiral Sir F.de Robeck 26 Aralık 1919 tarihli raporunda; “Mustafa Kemal Kuvâyi İslâmiye adında bir teşkilat kurdu” diyordu mesela…

Hatta o günkü milliyetçiliğin ruhunu da bir İngiliz olan Mr. Rayn 25 Aralık 1919’deki raporunda şöyle ifade etmiş; “Milliyetçiler şimdi iki yol kullanıyor: Milliyetçi ol çünkü İslâm’ı kurtaracak yegâne yol odur. İslâm’a sadık ol çünkü senin varlığını kurtaracak yegâne yol odur…”

Öncesiz ve sonrasız bir “an” rüyada bile kabil değilken, bizi neye inandırmaya çalıştıklarını iyi görüyoruz artık…

Artısıyla eksisiyle biz 16 devlet kurmuş, gerçek hainini cezalandırmış, kahramanını da yüceltmiş köklü bir milletiz vesselam…