Eskiler “Gafile kelam nafile kelamdır” diyorlar. Enteresan şekilde yine haklılar. Yaşadıklarımız onların yaşadıklarından çok farklı değil yani ve olanlar üzerine söyledikleri cümleler bugün bizim hâlimize tercüman oluyor. Tek bir farkla daha edebî, daha kafiyeli ve daha güzel söylüyorlar.

Bazı durumlarda hayret ediyorum bunca isabetli cümleler kurmuş olmalarına. Ama sonra kendime hayret ediyorum. “Yahu” diyorum “insan bu. On sene önce de aynı insan, yüz sene önce de.”

Neyse biraz bu güzel cümleyi açayım. “Gafile kelam nafile kelamdır” diyen adamın yüz ifadesini bile gözümün önünde canlandırabiliyorum ben şimdi. Muhtemel ki bir mecliste bir yerde haydi daha net bir mekân hayal edelim. Bir cami avlusunda belki. Kendini günlerce düşündüren, gecelerce uyutmayan, içini yakan, canını acıtan bir mevzuu caminin avlusunda, bir yaz ikindisinde şadırvanın taş oturaklarına yan yana oturmuş da bir dostuna anlatıyor. Dinler, çare olur, bir yol söyler diye umuyor. Ama yok, adam oralı bile değil. Anlamıyor ki. Zira dünyası aynı dünya değil. Ve tam işte o an o yüz ifadesi geliyor; dudakları büzülüyor, gözleri kısılıyor, başını ağır ağır iki yana sallıyor ve dudaklarından ama sessizce o cümle dökülüveriyor; gafile kelam nafile kelamdır.

Nasıl? Güzel hayal kurdum değil mi? Ama işte tam böyle olması lazım. Yoksa söylenmez ki. Daha evvel Bizim Yunus da söylemişti benzerini;

Aşksızlara verme öğüt
Öğüdünden alır değil

Aynı şey mi? Tam değil belki ama neredeyse. Sonra asırlar geçip de Cemil Meriç de benzer bir cümleyi mıhlamıştı gönlümüze; “Asıl yalnızlık anlaşılamamaktır” demişti. Çok haklıydı üstat. Anlaşılamadığın yerde yapayalnız kalırsın. Anlatsan anlamazlar, söylesen dinlemezler.

Ben de şöyle diyorum bütün bunların üstüne aslında;

“Bazen birilerine bir şey anlatmanın en iyi yolu; anlatmamaktır…”

Ne de olsa anlamıyorlar ve anlamayacaklar…

Yaşasın mukaddes yalnızlığım.