Müslümanlar uzun yıllar iktidar olma ve kamu kaynaklarını doğru kullanarak refahı tabana yayma mücadelesinde önemli ölçüde başarılı oldular. Ancak genel kabul gören klişe tarifiyle “her devrin adamı obur iş çevreleri” birileriyle ortak olarak veya devlet erkini kullanmaya muktedir bazı kişilerle yakınlaşarak sistemi gevşetmeye başladılar. Orta alt bürokratlarla başlayan “umre” ziyaretleri ve ufak tefek hediye kabul etme, yapıyı zehirlemeye ve dünyevileşme yolculuğunu normalleştirmeye başladı. Dava olarak tarif edilen “şey” süreç içerisinde “eşyalaşarak” yeni bir anlam alanına taşındı ve aidiyet fikri, dostluk fikri, dava fikri, helal fikri… Anlamını kaybetmeye başladı. Yapılanların yasal olması “yeterli” görüldü.

Buraya nasıl gelindi?

90’ların önemli tartışmalarından biri şüphesiz İkinci Cumhuriyet tezi etrafında önerilen yeni paradigmaydı. Sol gelenekten beslenerek gelen Liberal Sosyal Demokrat bir teklif olarak Kemalist ideolojik dayatmalara karşı ortaya konan tez; Türkiye gerçeklerine oldukça uzaktı. Birinci meclisi dışarıda tutarak meseleye baktığımızda Sened-i İttifak’tan itibaren I. ve II. Meşrutiyet, Mustafa Kemal Dönemi Cumhuriyeti, İnönü Dönemi, Menderes Dönemi, 1960 Askeri Darbesi, 1971 Muhtırası ve 1980 Askeri Darbesi literatürü ve olayları üzerinden Türkiye’nin yönetim biçimleri, sekiz dokuz cumhuriyet olarak numaralandırılabilir. Sened-i İttifak ve meşruti yönetimleri çıkarsak bile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonraki tarihi olayları düz bir hatta izlemek mümkün değil. Basit bir kronoloji ile son büyük Anadolu direnişini ve Cumhuriyet’e giden yolculuğu 23 Nisan 1920-1 Nisan 1923 Kurtuluş ve Kuruluş Meclisi, 1923-39, 1938-50, 1950-60, 1960-71, 1971-80, 1980-85, 1985-90 tarihleri arasında yaşananları ve tanıklıklarımızı birbirinden ayırarak okuduğumuzda ve analiz ettiğimizde farklı siyasal-sosyal paradigmalar barındırdığını net bir biçimde görürüz. 28 Şubat 1997 Darbesi de bu coğrafyanın değerler hiyerarşisine, kültürel kodlarına doğrudan bir müdahaleydi ve bu durum FETÖ örgütünün elebaşısı tarafından açıkça desteklenmişti.

Cumhuriyetin II. yüzyılının eşiğinde yapılacak muhasebenin ve bu topraklarda birlikte yaşamanın yasal zemini inşa edecek düzenlemelerin yapılması için içinden geçtiğimiz engebeli tarihi bilmeye, üzerinde düşünmeye ve nerede hata yaptığımızı analiz etmeye ihtiyacımız var. Devleti oluşturan ve devlet erkinin “eşit vatandaşlık ilkesiyle” hizmet etmek zorunda olduğu insan unsurunun ayrıştırılmadan ve ötekileştirilmeden kabul edilmesi gerek. Ülke insanlarının inançları, etnik kimlikleri ve yaşadıkları bölge üzerinden ayrıştırılması; bu tasnifin iktidardaki siyasal unsurların ideolojilerine göre karşılık bulması insani değil.

Tepedeki modernist cemaatlerin topluma yeni bir kimlik dayatma ve kendi düşünceleri dışında hiçbir düşünceyi doğru kabul etmeme ideolojik saplantısından kurtulmak için de yukarıdaki kronolojinin dönemleri üzerine düşünmek gerek. Türkiye’nin siyasal tarihinin Sened-i İttifak’tan başlayarak yeniden yazılması ve bunun müfredata konularak okutulması gerek. Yaşadıkları ülkenin tarihini “Medeni Bilgiler” kitabının paradigmasına sıkıştırılmış olarak öğrenen ve “Türk Tarih Tezi” ile “Dilde Tasfiyecilik” hareketinin ne tür bir kopuşa zemin hazırladığını bilmeyen bir nesil, 2023-2053 ile 2071 hedeflerini doğru bir anlayışla inşa edemez.    

1980 darbesi sonrası yeni bir entelektüel arayışa giren İslamcı aydınlar, kendilerinden öncekilerden tevarüs ettikleri ve tercüme ile maruz kaldıkları fikirleri filtreden geçirdiler. Yerli ve kabul edilebilir yeni bir paradigma kurma çabası onları liberal, sol ve Kürt hareketinin kaynakları üzerine düşünmeye hatta Kürt İslamcı hareketinin farkına varmalarını sağladı. Nehir dergisinde merkez-çevre ilişkileri teorisinden etnik kimlik sorgulamalarına kadar pek çok meseleyi tartıştığımızı hatırlıyorum. O dönem dergilerinin ciddi medeniyet ve aidiyet tartışmaları yaptığına da tanıklık ettik. Ancak 80 darbesi ve anayasasının dayattığı paradigma bu ülkenin ana kurucu unsuru olan Müslümanların inançlarının gereğini yerine getirerek eğitim haklarını engellemeyi hak görüyordu. Hepimizin unuttuğu “Ek Madde 16.Yükseköğretim kurumlarında, dershane, laboratuvar, klinik, poliklinik ve koridorlarında çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak zorunludur. Dinî inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir.” maddesi üzerinde kıyamet koparılmış ve Kenan Evren maddeyi Anayasa Mahkemesi’ne taşımış; mahkeme kendisini meclisin yerine koyarak maddeyi iptal etmişti. Bu iptal kararını ortadan kaldıran yasal bir düzenleme veya aynı kurumdan bir iptal kararı hâlâ çıkmış değil. Bu dönemde yasal olarak Müslümanları hala bu ülkenin “eşit ve makbul” vatandaşı yapamamış olmanın üzerine düşünmeye değmez mi?