Uzun bir aradan sonra yeniden yola düştüm. Bildiğim, özlediğim ama uzun zamandır bana kapılarını açmayan bir yol. Dünyadaki tüm yollar bir yere çıkar elbette ama her yere çıkmazlar. Ancak bir yol vardır ki tüm yollarla irtibatlıdır ve tüm menzillere çıkar. O yol, yetimlerin yoludur. Masalın, efsanenin ve hakikatin kalbinde saklı olana birçok insan bu yoldan ulaşır. Çünkü hakikat, Mekkeli bir yetimin dilinde billur bir su kadar somut olmuştu.

*YETİMLER ÜLKESİ: SUDAN [FOTOĞRAFLAR İÇİN TIKLAYINIZ!]

20 Kasım akşamı İHH temsilcisi arkadaşımızla havalimanına ulaştığımızda bizi bekleyen yol arkadaşlarımızla buluştuk. Hakkâri, Düzce, Gaziantep ve Muğla’dan gelen arkadaşlarımız ilk kez yetim günleri için yurt dışına çıkıyorlardı. Müthiş heyecanlıydılar ve bavulları hediyelerle doluydu. Tanzanya, Afganistan, Kırgızistan gibi ülkelere yetim günleri kapsamında gitmiştim. Yeterince yaralıydım ve susuyordum. Sudan’ı görmeden özlemeye başlamıştım. En çok da belediye otobüslerindeki gerginliklerden, sokaklara bile taşan tartışmalardan, bakışlardaki hınçlardan gittiğim için kendimi iyi hissetmeye başladım. Havalimanında sanki üzerimden o geçici öfkeler, dünyanın merkezinde olduğunu zanneden insanlardan sökülüp alınıyordum. Dünyanın merkezinde değildim. Hatta, dünyanın kıyısında bir yerlerde beni bekleyen yetimler vardı. Zanzibar’daki mutlu yetimler, Afganistan’daki onurlu yetimler, Kırgızistan’daki güzel ve cana yakın yetimlerden sonra Sudanlı yetimler bana kucak açmış bekliyorlardı. Yaklaşık dört saatlik bir uçuştan sonra Hartum’a ulaştık. Uçakta sanırım iki film izledim ve çevirileri beni korkuttu. Yüz kelimelik bir Türkçeyle çeviri yapılmıştı. Biliyor musunuz, bazen Türkçe, özellikle sokak Türkçesi orucu tutmak iyidir. Zira aşırı küfür dolu bir dildir sokak Türkçesi ve düşünceyi hadım eder.

Havalimanında bizi İHH Hartum çalışanlarından Sudanlı Mahmud karşıladı. Sakin, sıcakkanlı, daima gülümseyen yüzüyle bizim vize işlemlerimizi halletti. O kadar tanıdıktı ki görür görmez sarılasım geldi. Ve Hartum Havalimanı; kocaman bir otogar gibi, insanı hiç yormayan bir yürüyüş mesafesiyle dış kapıya ulaşıyorsunuz. Valizlerdeki oyuncakların çokluğu görevlilerin dikkatini çekse de sorunsuz vakıf yetkililerinin bizi beklediği çıkış kapısına varıyoruz. Ve bir anda hamam sıcağı yüzümüze vuruyor. Hartum 42 derece sıcaklığıyla, Afrika sıcaklığıyla sarmalıyor bizi.

Dev bir şehirle karşı karşıyayız. Nüfusu yaklaşık iki milyon dört yüz bin olan Hartum’da yatay mimari yaygın. Pek yüksek binaya rastlanmıyor. Nil Nehri’nin şehre yakın olduğunu düşünüyordum ama şehrin tam ortasından geçtiğini görünce utandım. Zira, ben içinden ırmaklar akan şehirlere hep âşık olmuşumdur. Prizren, Kırşehir, Termiz, Hayratan… Hele ki içinden deniz geçen şehir İstanbul. Mavi Nil ile Beyaz Nil, Hartum ile Ommdurman (eski Hartum) arasında birleşiyor, öyle ki bir denize baktığınız hissine kapılıyorsunuz.

İHH Hartum Koordinatörü Bilal Bey bizi karşıladıktan sonra bir haftalık programı anlatıyor. İlk günün cuma olması sebebiyle tek bir etkinlik olacağını söylüyor. Zira Sudan’da cuma ve cumartesi günleri hafta sonu tatili. Yanımda kimse olmadan ilk bulduğum camiye cuma namazı için giriyorum. Kapıda çocuklu anneler dileniyor. Şadırvanda su olur mu diye kaygılansam da şadırvan beni utandırıyor. Su şaldır şaldır akıyor Riyad caddesi üzerindeki caminin şadırvanında. Babalar küçük çocuklarını getirmişler camiye. Her safta mutlaka küçük küçük çocuklar var. Namaza gelenler uzun ve beyaz cillabeleriyle, bembeyaz dişleriyle yakışıklı, siyahi Müslümanlar…

Cumadan sonra vakıftan arkadaşlar gelip bizi şehir içinde uzun bir yolculuktan sonra Bara tarafındaki o fakir mahallesine götürdüler. Giderken hem Hristiyan hem de Müslüman mezarlıkları kıyısından geçtik. Afrika’da da insanlar ölüyor ve gömülüyorlardı. Şahit oldum. Çok şatafatlı olmasa da birer mezarları vardı. Kabarık bir toprak ve üzerlerinde çiçekler olan yüzlerce tümsek. Hayatta en fazla bir tümsek kadar çıkıntı yapabiliyorduk.

Gaziantepli hayırseverlerin desteğiyle bir yetim ailesine küçük bir bakkal açılmıştı. İsmi de Bakkaliye Gazi Antep şeklinde yazılmıştı pencerenin üzerine. Annenin altı çocuğu vardı. Dört kız, iki erkek. Çocukların en büyüğü olan Ali’nin resme yeteneği vardı. Hatta Riyad ve Cidde’de bulunmuş. Cidde’de ressam bir kadın tam elinden tutmuş ki annesi ülkesine geri çağırmış, kardeşlerine sahip çıksın, diye. Boynunu büküp gerisin geri Hartum’a dönmüş. Bir sergide çizdiği resimler ilk kez görücüye çıkmış. Bize fotoğrafları gösterdi. Kara kalem çizimlerini gösterdi. Daha sonra varıp bakkalın açılışını yaptık. Annesi tüm çocuklarını yanına alıp onurlu, dimdik ayakta durdu. Vakıftan arkadaşlara, “ben yardım alıyordum ama artık kazancımla ben de zekât verebileceğim” demiş.

O kadın belki zekât verecek kadar para kazanamayacak ama kimseden yardım istemeyecek kadar direnecek; bugüne kadar nasıl dik durmuşsa yine öylece dik durmaya devam edecek. Çünkü gördü, dünyada iyilik diye bir şey var. Çünkü gördü, adını bile bilmediği insanların onu gördüğünü.

Sudan, sıcaktır. Hele ki yağmur mevsimi sonrası sıcaklık kırk iki dereceden aşağı düşmez. Ama Hartum’daysanız, yakınlarda bir yerde o muhteşem ırmakların birleştiğini ve çağlar boyunca imparatorların rüyalarına girdiğini anlarsınız. Mavi Nil ve Beyaz Nil öyle buluşurlar ki çölün dibinde olduğunuzu unutursunuz.

Hartum’da olduğumu sosyal medyadan duyurduktan sonra Hartum’da olan dostlarımdan mesajlar aldım. Neredeyse İstanbul’da selamlaştığım dostlarım kadarı da Hartum’daydı. Şaştım kaldım. Hafızamı yokladım; Ömer el Beşir, Darfur, Güney Sudan, Ali Dinari, Savakin Adası, Sömürge Dönemi, Mısır-İngiliz ortak yönetimi… Derken darbeler ülkesi. Askerlerin ülkesi. Nil deltasında olmasına rağmen tarımdan ve balıkçılıktan nasibini alamamış, petrol ve altın yatakları zengin bu ülkede savaş bitmiyordu. Batılıların sevmediği Ömer el Beşir zamanında toparlanmış olan bir ülke, iflah olmasın için ne gerekiyorsa yapılıyor.

Fravun karpuzu adlı bir bitki-ağaç vardır. Her nedense Hartum’un Bara’nın dört bir yanında görürsünüz. İçi boş, ayva kadar meyvesi vardır. Balon gibidir. Kauçuk maddesi ve zehirli sütüyle biliniyor. Öyle ki zehirli sütü insanı kör edecek kadar tehlikeli. O ince gövdesi kuruduktan sonra yakılmaktan başka işe yaramıyor. Neden anlattım bunu? Rivayete göre bu ağacı İngilizler ülkeye getirmişler; tarımı baltalamak için. Ne kadar doğru bilmiyorum ama Amerikalılar için de suyu emen dev kökleri olan bir ağaçtan bahsettiler… Sudan’ın tuhaf bir çölü var. Kızıl kahve renkli toprağı yirmi otuz santim kazdığınızda nemli toprak peydah oluyor. Bildiğim hiçbir çöle benzemiyor. Çiçeklerin, ağaçların yeşerdiği bir çöl düşünün… Kimi yerlerde on-on iki metreden su çıkıyor. Ama bu suya ulaşacak teknoloji ve maddiyattan yoksun köyler, sazlıklardan yapılmış evlerindeki köylüler eşek sırtında su taşıyorlar. Gülen yüzleriyle, geçen her araca selam veren neşeli çocuklarıyla…

Bara’nın köylerine uzunca bir yolculuktan sonra geliyoruz. İHH yetkilileri gittiğimiz bölgeye hiçbir kalkınma ajansı, yardım örgütü ya da NGO’nun gelmediğini, gelenlerin ise şehirden öte gitmediklerini söylediler. Hartum’dan sekiz saat ötedeki bu köylerde su can kadar kıymetli ve yetim ailelerinden on tanesine eşek arabaları hibe edildi. Hibe sırasında biz de bulunduk. Öyle ki civar köylerden gelen insanlarla alan dolup taşıyordu. Bir eşek, bir varil ve o varili taşıyacak metal profillerden kurulu bir düzenek. Hepsi de süslenmiş büyükçe bir ağacın altında yeni sahiplerini bekliyorlardı. Bu eşek arabalarıyla su taşıyacak olan yetim aileleri hem kendi ihtiyaçlarını karşılayacaklar hem de bir doları az geçkince para karşılığı komşularına su satabileceklerdi. Bizi gülümseten bu çalışma onlar için muhteşem bir şeydi. NCO diliyle söylersek eğer bu makro projeydi. Yaklaşık 450 dolar değerindeki bu projeyle bir aile başkalarına muhtaç olmadan hayatını idame ettirecekti.

Burada duruyorum. Hatta o köyde kalıyorum. Bir parçam o köyde kaldı. Kıpırdamadan duruyor oradaki ağacın altında. Birazdan bizim muhtar, onların şeyh dediği ak cillabesiyle bir adam gelecek yanıma. Beni köy evine götürecek. Peynir, sıcak helva, tavuk kızartması, salata, yoğurt, pilav ve bolca minik pideyi önüme dizecekler. Her lokma boğazıma dizilecek. Diyeceğim ki burası cennet! Çünkü cennet kanaat ettiğin yerdir. Ve kanaat insanın en büyük hazinesidir, yazılı her birinin alnında. Aklıma Bara şehir meydanındaki kahveci kadın gelecek. Hartum’da Bara’da, Ommdurman’da bir gölge bulan kadınlar kahve tezgahlarını açıp, plastik sandalyelerini yayıp, gece yarısına kadar Sudan, Etiyopya kahvesi, nane çayı, kara çay hatta çemen otlu çaylar satacaklar kuruş kadar paraya. Ama bir kere olsun suratlarını ekşitmeyecekler. Çünkü serin hibiskus gibi bakıyorlar dünyaya. Tabi bunları yazarken birden hatırlıyorum benzine üç yılda yüzde bin iki yüz zam gelmiş olan bir ülkeden bahsediyorum. Fakirin her zaman fakir olduğu, ekonomik krizlerde memurların ve orta tabakanın sallantıya düştüğünü öğrenecek yaşa erdim. Bu sebeple Sudan’daki fakirlerin nasıl dayandıklarını anlayabiliyorum. Zenginlik onları ondurmaz; fakirlik yıldırmaz. Yine de BM raporlarına göre on dört milyon, açlık sınırının bile altında yaşamaya çalışıyordu koskoca ülkede. Bu arada Sudan’ın Brezilya ve Afganistan’dan sonra nüfusa göre en fazla yetim olan ülke olduğunu da buraya not etmekte yarar var. Zira, kuzey-güney bölünmesi sırasında ölen erkeklerden geride kalan yetim sayısı azımsanmayacak kadar çok. Kadın nüfusu erkek nüfusuna oranla daha fazla. Özellikle Darfur bölgesinde bu uçurum daha belirgin.

İnsan, yola çıkmaya görsün. Susup kalıyor. Bildiğini siliyor. Gördüğünden utanıyor. Alemde olmanın şaşkınlığıyla hayreti bin kat artıyor. Hangi yola çıkmış isem içimde yeni haritalar çizildi. Yeni yaralar açıldı. Hele ki süt keçileri dağıttığımız köyden Ommdurman’da Tuk Tuk dağıtımı sırasında gördüğüm sokak çocukları… Onları da diğer yazımda anlatırım.