Bir sekiz bin sene sustum, bir o kadar daha susarım. O suskunluğumda neyi beklediğimi hiç unutmadım. O suskunluğuma ben o kadar ceset gömdüm, o kadar yalnız kaldım, o kadar gerçekten uzak düştüm ki gelip beni tokatlardın. Yüzüm kıpkırmızı olurdu. Şimdi de yüzüm kızardı.

Her terör saldırısında her sübyancı adamlar hakkında haber çıktığında bir yorum yapmamı istediler. Ama düğün dernek kurduklarında, adını bile tam söyleyemedikleri kahveleri içip keyif çattıklarında, insanca bir muhabbete hasbelkader daldıklarında hatırlamadılar bile beni. Öyle ya ben İslamcıydım, hükümetçiydim, dinle ilgim vardı. Yanımda, küfürlü konuştuklarında var olabilecek kadar sefildiler. Kendilerinden olmayanın gönlünü asla almayı bilmeyenlerin olduğu bir cehennemde yaşıyorlardı. Onların aklı eteklerine, vicdanı üç kuruşa, adaleti sadece kendilerine verdiklerini bilmesem… Aman, sanki küfretmeyi biliyorum da. Sanki ben biliyorum da erkeğin elinin kiri olan şeyleri. Onlar biliyorlar. Hem de her şeyi. Bir kalbi, bir de ölümü bilmiyorlar. Hayatı çok bildiklerinden hayatın içine ediyorlar! Abi ben, sevemedim bu dünyayı. Hatta o kadar samimi gibi durup da en sonunda mayalarını gösterip donlarını sıyıranların dünyasından bezdim. Abi ya, hakkaten, her kul mayasına dönermiş ya, gözüm dönenleri gördükçe dündü kaldı. Gözüm kanıyor abi!

Gerçek neydi ağabey? Gerçek aslında o kadar kasmadan ve kurmadan, sıradan hayatımızda es geçtiklerimiz değil miydi? Medyanın gerçeği, mahallenin gerçeği, kalbin gerçeği, Hakkın gerçeği… İyilik videoları, sosyal deneyler, iktidara ayar veren kısa videolar, kim daha çok et gösterecek yarışmaları, bol küfürlü tivitler, dışarıda gürül gürül akan bir dünya! Kalbin ve Hakkın sesini bastıracak desibelde çıksın diye höyküren bir dünya. Cılızlaşan bir ses: Kalbe dön! Kalbe dön! “Yalnız hüznü vardı kalbi olanın.” Bu arada, gerçeğe yaratılmış hiçbir varlık çıplak gözle bakamazmış, dediklerinde güneş gözlüğü takan bir dünyaya göre değilmiş bizim türkümüz.

Kardeşlerin olması nasıl bir şeydir bilir misin ağabey? Ben bu dediğim şeyi o kadar bilemedim… Kaç bin yıldır Yusuf ve kardeşleri. Yusuf ve kuyu. Yusuf ve kadın. Yusuf ve zindan. Yusuf ve güç. Yusuf ve vuslat. Vuslat nedir ki ölümlü ise? Vuslat da bir alışveriş ise olmasa da olur! Seni kuyuya atacak kadar bile kardeşlerin yoksa vay haline!

Kimsenin sevmediği, sevmek istemediği insanları sevdim. İyi ki sevdim! Memleketimde delileri, gittiğim yerlerde en arka safta duran çocukları ve ihtiyarları. Herkesin kötü, dediği kadınları, kalabalığın içinde sesi boğulanları, elleri terleyen, gözlerini kaçıranları. Sevdim işte. Belki de oyun dışı bırakılan oldukları için. Yalnızlaştırıldıkları için. Okunmamış bir kitap gibi eskidikleri ama her daim bakir bir ruh taşıdıkları için. Uzun uzun konuşmasına müsaade edilmeyen, “Tarafını söyle ve sus! Evet mi, hayır mı?” diye ağzına kürekle vurulup susturulanları sevdim.

Kurgu yaparsam hikâye oluyormuş. Hatta öykü bile olabiliyormuş. Bu denli uzun bir peşrev hikâyede olmazmış. Yani, anlatıya başlarken, birdenbire sallamaya başlarsam o vakit anlatı oluyormuş. Olduğu gibi anlatmaktansa uydurmam gerekiyormuş. Mesela Gürcistan’da, Sudan’da, İran’da ne gördüm ne hissettim onları anlatmaktansa kurduklarımı anlatmam imiş gerçek olan ya da insanların meraklarını gıdıklayan. Gıdıklamak. İşte bu; gıdıklayacak kadar yalan kat, iyi hikâyecisin işte. Yoksa, gerçeğin kemik kıran tarafı kimsenin umurunda değil. Çünkü insan, ancak yalanlarla yaşarmış.

Buraya kadar kendi dilimi kullandım. Buradan sonra, tam da istendiği gibi, kısaca, bodoslama, sadece kulağıyla duyanlar için söyleyeyim:

Öldürmeyeceksin!

Barışı tesis etmeye gayret edene ayak bağı olmayacaksın!

Toprak senden güçlü, o kadar sert basma yere!

Her şeyi sen bilmiyorsun; hele ki aldığın eğitim seni daha bir cahilleştirmişse.

Ömrü boyunca çalışmış, evlatlarını büyütmüş, neredeyse doğduğu yerde ölecek olan o okuma yazma bilmeyen, kadın programlarında bile ağlayan kadın sizin en popülerinizden, hatta tüm enlerinizden daha bilge ve müdanasız.

Müdanasız adamların ve kadınların muhteşem bir gücü var tüm hüzünlerine ve kederlerine rağmen: Onlar yaşadılar ama siz sadece bu sahnede bir görünüp kaybolacaksınız!

Yine olmadı değil mi?

Ne yapalım, sözü etten kulaklara hitap etmeyen bir taifenin misafiriyim; “Pirlere niyaz ederiz/Yalan dünya n’ederiz/ Ölürüz hasret gideriz/Göster şol didarı bana!”

Türkü söyler, dua eder, ölülerimize ve dirilerimize ağlarız. Dimdik dolaşan ölülerin olduğu bir alemde, dik sürüngen olmadan hak vaki olsun diye dua ederiz.

Bir sekiz bin sene sustum. Ama söz, orucumu bozarsam bir selama bozarım. Hiç hesapsız bir selam ver; “On dört bin yıl neden gezdim divanelikte” anlatayım.