Birleşmiş Milletler, geçtiğimiz hafta dünya nüfusunun 8 milyara ulaştığını açıkladı. 2050’de 9,7 milyar, 2100’de ise nüfusun 10,4 milyar olacağı tahmin ediliyor. 

Nüfusun bu kadar artış göstermesi, gıda temininde var olan sorunları daha da artıracak. Milyonlarca insanın yaşadığı açlık problemi daha da büyüyecek. Temiz suya ulaşımda ise dünya çok daha fazla sorunla baş etmek zorunda kalacak.  

Küresel ısınma ve çevre kirliliği, iklim koşullarının kontrolden çıkması, gelecekte içinden çıkılmaz büyük tehditler olarak karşımızda olacak.   

İnsanların yaşamlarını temelden etkileyen, hayatlarımızı tehdit eden bu katastrophe boyutundaki problemler hangi bilinçaltı yansımasının bedelidir? Hangi şuurun dışa vurumunun sonucudur?    

İnsanların en temel ihtiyaçlarından olan “beslenme” dahi gelecekte çok daha büyük bir endişe kaynağı olacaksa bunun müsebbibi hangi anlayıştır? Şu küçük dünyamızda paylaşılamayan nedir?

Son iki asır dünyanın her geçen gün daha da zenginleştiğini bize gösterse de en zengin ile en fakirler arasındaki uçurum hiç olmadığı kadar katlanarak büyümeye devam ediyor.

İnsanların bir başka temel ihtiyacı olan “güvenlik” bile ironik şekilde yine insanın kendi kendisine oluşturduğu tehditlerin sonucunda ortaya çıkıyor. 

Sanatçı Zülfü Livaneli verdiği bir röportajda aynı meseleyle ilgili serzenişini şöyle dile getirmiş; “Karıncalar, kaplanlar, maymunlar örgütlenip birbirini öldüren ordular kurmuyorlar, kişisel kavgalar anlaşılabilir, fakat türünü öldürmek için kitle imha silahları icat eden tek tür insan olarak karşımıza çıkıyor”.      

Gerçekten insanlık tarihi, birbirimizle yaptığımız savaşların tarihidir. İnsanın alışageldiği şeyleri yanlış da olsa değiştirmesi zor oluyor. Nefsin taleplerine maruz kalan insan, farkında olmadan çaresizliğe düşüyor. Gerçek ihtiyaçlar unutulurken, hunharca ve dengeden uzak aşırı talepler muhteris ve doyumsuz bireyleri ortaya çıkarıyor. Mutedil olma, diğerkâmlık veyahut kanaatkârlık tozlu raflarda yerini alırken, “hep daha fazlası” trende dönüşüyor. Böylelikle şiddet, “sahip olma”nın aracı haline getiriliyor.

Herhangi bir ülkedeki “sıradan bir vatandaş” dahi kendi yaşadığı toprakları sevdiğini ve her türlü fedakârlığa razı olduğunu söylerken bile bunu diğerine karşı, ötekine rağmen ifade etmeyi yeğliyor, bu söylemi marifet sayıyor. Düşmanlaştırılan, öteki haline getirilen diğerlerine karşı kenetlenecek unsurlar bu sayede tanzim ediliyor. Diğerine nefret kendi içindeki sevginin bedeli haline getiriliyor.    

İhtiraslar konfor alanlarının terk edilmesine imkân vermiyor, dünya nimetleri tüm ihtişamıyla muhterisleri daha fazla kendi içine çekiyor.    

Tarihte olduğu gibi bugün de her fetheden ya da komutan başka coğrafyalara, bambaşka diyarlara huzuru götürme niyetinde olduğunu beyan ediyor. Diğer milletlere karşı huzur vaadiyle savaşları başlattığına inanıyor. Oysa bugün demokrasiyi yayma amacıyla başlatılan birçok savaş, dünya insanlarını huzurdan daha da uzaklaştırıyor.  

Her geçen yıl dünyada daha fazla silah sanayiine yatırım yapılıyor, potansiyel tehdit algısının artırılması ile silahlanma hızlandırılıyor. En temel ihtiyaçların gereksinimine gitmesi gereken insan enerjisinin sırf muhterislerin iştahı perçinlensin diye militarizme yönelmesi dünyayı huzurdan daha da yoksun bırakıyor.