Dost dediğin, ağladığın vakit gözünden akan yaşı silen değil; oturup da seninle gözyaşı dökendir.

Böyle bir cümle kurmuşluğum var. Ne zaman yazdığımı ya da nerede, kime söylediğimi hatırlamıyorum bile. Ama pek bir şeyin değişmediğini anlıyorum şimdi, içimde yine aynı hislerle bir yazı yazmaya oturduğumda. Belki de daha fazla ağırlaştı bu cümle omuzlarımda, değişmedi ve değişmeyecek sanırım.

Bazı zamanlar ücra, tenha ve çok az insanın yaşadığı bir Anadolu kasabasında yaşıyor olmak hayalleri kurarken buluyorum kendimi. Diğer bazılarının ve belki de pek çoklarının “emeklilik hayali” dediklerini çok erken hayal ettiğimin de farkındayım ben. Ama düşününce içimde benden yaşça çok büyük birinin yaşadığına artık emin oldum.

Yorgunum kâri, bunca aramaktan ve belki ahir zamanda yaşamaktan, anlatmaktan ama anlaşılmıyor olmaktan yorgunum. Hani diyor ya eskiler “gönül sinemde vardır, dünya gönlüme dardır” diye. Öyle bir hal işte. Yorulsan da yürümeye devam etmek gibi bir hal yaşamak ve beklediğin çok fazla şey de yok aslında. Vefa diyorsun... Arıyorsun, bulamıyor ve yoruluyorsun. Öyle bir hal işte ve karışık…

Şöyle bir hikâye anlatırlar;

Vaktin birinde yaşlı bir adam yolda aceleyle giderken yanından geçen araba ona çarpmış. Yaşlı adam bir iki denemeden sonra yerden kalkınca ona çarpan adam hemen gelivermiş yanına.

“Baba iyi misin?” demiş, “affet, görmedim seni”

Yaşlı adam her ne kadar “iyiyim, bir şeyim yok” dese de “hekime götüreyim” diye ısrar edilince.

“Evlat!” demiş. “İyiyim, meraklanma. Hem hata benim. Aceleden tedbirsiz davrandım. Bir dostum var benden de yaşlıca ve hasta. Her gün ona bir şeyler götürür, yanında otururum. Acelem ondandı.”

- Evi neresiyse söyle, ben gidip de vereyim aldıklarını.

- Olmaz. Dostum çok yaşlıdır kimseyi hatta beni bile tanımaz.

- E madem senin de kim olduğunu bilmiyorsa neden her gün gidiyorsun ki?

- Ama ben onun kim olduğunu biliyorum ya. Yetmez mi?