Allah Rasûlünün o kutlu mescidinde daima bulunan, O’ndan hiç ayrılmayan, ilim ve hikmeti adeta inciler misali toplayan, gönül ufuklarında biriktirip insanlığa sunan, Kâinatın Efendisinin mümtaz talebeleri Ashâb-ı Suffe’yi düşünelim! Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) ashâbı ne güzel insanlardı! Her biri başka idi onların… O “en hayırlı” nesli nasıl anlatabiliriz ki?

Kâinatın Efendisini en ince ayrıntısına kadar takip ederler ve O’ndan bir ilim bir edeb bir nasîhat almaya çalışırlardı. O’nu sanki “başlarında bir kuş var da kaçırmamaya çalışan insanların” hâli gibi dinlerler idi.

O ne yaparsa onu yaparlar ne derse onu tutarlardı. Bütün bunları sırf Allah’ın (c.c.) rızasına kavuşmak için îfâ ederlerdi. Zaman zaman O’na sorular sorar, dinlerini öğrenmeye çalışırlar bazen de O’ndan nasihat isterlerdi.

Her birisi bir rehberdi. Çünkü Kur’an onlar hayattayken iniyordu, Allah’ın elçisine.

Onlar gerçek elçiden alıyorlardı Kur’an düsturlarını. O uyguluyor ve izah ediyordu onlara.

Güzel ahlâkı, edebi, hayâyı O’ndan alıyorlardı. Zira O, “en yüksek ahlâk” sahibiydi.

O’nun sünnetini bizzat kendisinden öğreniyorlardı…

HİCRET BİR MEDENİYETTİ

Hicret bir heyecan, bir mefkûre idi. Eşi görülmeyen bir kardeşliğe ve İslam’ın tebliğine vesile idi. Allah Rasûlü bir Mekkeli Muhacir ile bir Medineli Ensarı kardeş yapmıştı. Onlar kardeşlerine ev ve yiyecek vermişlerdi. Bu arada Mescid inşaatına başlanmıştı. Ama bekârlara bir mekân gerekiyordu ki Rasûl-i Ekrem Efendimiz mescidin hemen bitişiğine bir suffe yaptırdı. Burası biraz yüksekçe idi (ve sonradan mescidin içinde kalmıştı). Artık bekâr olup ilim aşkı olan, ticari bir kaygısı ve ev geçindirme derdi olmayan genç sahabiler işte bu suffe’de kalıyorlardı. Artık onlar Ashâb-ı Suffe idi. Efendimizi adım adım izliyor, gelen ayetleri ezberliyor, hatta hadisleri yazanlar oluyordu ki, bu tarihi vesika bugün hadisleri görmezlikten gelmeye çalışanlara anlatılacak en büyük delildir.

Artık Yesrib, Medine olacaktı. Çünkü insanlık gerçek medeniyeti görecek ve yaşayacaktı. Bir devlet kuruluyordu aynı zamanda. Onun başkanı Allah Rasûlü (sav) Efendimiz idi.

İLİM VE ÂLİMİN ÖNEMİ

Cenab-ı Hakk şöyle buyurur:

 “De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl, iz‘an sahipleri bunu anlar.” (Zümer 9)

“Allah, hakkında hayır dilediği kimseye din hususunda büyük bir anlayış verir.” (Buhârî, İlim 10, Müslim, İmâre 175)

Bu sebeple Peygamber (s.a.s) bir defasında Ashâbı Suffe’nin yanlarından geçerken;

“Ey Ashâb-ı Suf­fe! Size müjdeler olsun ki, her kim şu sizin bulunduğunuz hâl ve sıfatta, bulunduğu durumdan râzı olarak bana ulaşırsa, o, benim refiklerimden­dir!” buyurarak onları sevindirmişti. (Müslim, Sahih, III, 117.)

 “Ashâb-ı Suffe: Arapça "sahipler, arkadaşlar" manalarına gelen "ashâb" kelimesiyle, "eyvan, sed, sofa" gibi manalara gelen "suffe" kelimesinden oluşmuş bir tabirdir. Suffe, İslam tarihinde örnek ve öncü bir eğitim yuvası olmuştur. Suffe, İslam'ın ilk sistemli eğitim kurumudur. İlk İslam "üniversitesi"dir. Suffeliler de hayatlarını Peygamber medresesinden ilim ve irfan tahsil etmeye adamış seçkin kimselerdir. 

Suffe'de toplanan öğrencilere Kur'ân-ı Kerîm, yazı, Hadis-i Şerifler ve çeşitli dinî bilgiler öğretilirdi. Ehl-i Suffe, nâzil olan ayetleri ve Peygamberimizin hadislerini ezberleme hususunda ön sıralarda yer alıyordu. Muhacirler çarşı-pazarda ticaretle, Ensar ise bahçelerinde ziraatle uğraşırken Suffeliler, olabildiğince Hz. Peygamberin yanından ayrılmıyorlar, başkalarının duymadıklarını duyuyorlar, görmediklerini görüyorlardı. Ashâb-ı Suffe'nin eğitim ve öğretim işleriyle bizzat ilgilenen Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.), Suffe'de muntazam olarak dersler veriyordu. Ashâb-ı Suffe’de ayrıca ders verenler arasında Abdullah b. Mesud (r.a.), Ubey b. Ka‘b (r.a.), Muaz b. Cebel (r.a.) ve Ebu'd-Derdâ (r.a.) gibi ilim sahibi sahabilerde vardı.” (Yavuz Yıldız, https://www.maarifsen.org/?Syf=22&Mkl=1072241. Erişim Tarihi: 30.11.2022)

‘ENSAR’IN CÖMERTLİĞİ

Yüce Allah c.c, Muhacir ve Ensar hakkında şöyle buyurur:

“İslâm’ı kabul ve ona hizmette öne geçen muhâcir ve ensârın ilkleri ile bunların yoluna en güzel bir şekilde uyanlar var ya, Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlar için her tarafında ırmaklar çağlayan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur.” (Tevbe 100)

 “Ensar, ihtiyaç içinde kıvransalar bile, daha muhtaç durumda olan mü’min kardeşlerini ken­di­lerine tercih ederler. Şunu bilin ki, kim nefsinin cimriliğinden ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, dünyada da âhirette de kurtuluşa erecek olanlar, işte bunlardır.” (Haşr 9)

Suffe'de kalanların ihtiyaçları, başta Peygamberimiz olmak üzere diğer Müslümanlar tarafından karşılanıyordu. Yedikleri çoğu zaman hurma idi. Bu mekânda 70 kişinin kaldığına dair rivayetler vardır. Gidip gelmelerle birlikte çeşitli zamanlarda kalanların sayısının 400'e ulaştığı ifade edilir.

SUFFE’DE KALANLARIN MEŞHURLARI

“Suffe'de kalanların başında kimsesiz muhacirler geliyordu. Onların ilk akla gelenleri Abdullah b. Mesud, Bilal-i Habeşî, Ammar b. Yasir, Selman-ı Farisî ve Suheyb-i Rumî'dir. Ayrıca Mekke dışından hicret ederek Suffe'ye dâhil olan muhacirler de vardı ki bunların en meşhurları Yemen'in Devs kabilesinden Medine'ye hicret eden büyük hadis râvisi Ebu Hureyre'dir.

Suffe'nin ikinci grup müdavimleri Medine'deki bekâr Müslümanlardır. Onlar Medine'de evleri olsa da Hz. Peygamberden daha fazla istifade edebilmek için burada yatıp kalkarlardı. Sayıları az olan bu gruba Abdullah b. Ömer'i örnek vermek mümkün.” (Prof. Dr. Adem Apak. Yeni Şafak, Erişim Tarihi: 30.11.2022)

SUFFE BİR MEDRESE OLMUŞTU

“Suffe’de kalanlara Ashâb-ı Suffe deniyordu. Peygamberimizin talebeleri olan Ashâb-ı Suffe, vakitlerini Rasûlullahı dinleyip ondan İslâm’ın esaslarını öğrenerek geçiriyordu. Burası kısa zamanda bir eğitim kurumu hâline gelmişti. Zaman zaman Kur’an’ın nüzûlüne şahit olan Suffe ehli, Hz. Peygambere sorular sorarak birçok meselenin aydınlanmasına vesile olurdu (Buhârî, “Ṣalât”, 84). Ashâb-ı Suffe’nin eğitim ve öğretim işleriyle bizzat ilgilenen Rasûl-i Ekrem, Suffe’de dersler veriyordu.

Ebû Hüreyre, diğer sahâbîlerin neden kendisi kadar hadis rivayet etmediklerini soranlara; “Muhacirler çarşıda ticaretle, Ensar da malları ve mülkleriyle meşgulken Ehl-i Suffe’den biri olarak Rasûlullahın yanından ayrılmadığını, diğer sahâbîlerin bulunmadığı meclislere katılıp onların duymadığı hadisleri duyup ezberlediğini” söylemiştir (Buhârî, “Büyûʿ”, 1). Onlar dinledikleri hadisleri diğer sahâbîlere de naklederek ilmin yayılmasına önemli katkıda bulunuyordu. Hadislerdeki birçok sened silsilesinin birinci halkasını Ehl-i Suffe’ye mensup isimlerin teşkil etmesi bunun bir delilidir.

İSLÂMÎ İLİMLERİN GELİŞMESİ

Suffe ehlinin İslâmî ilimlerin gelişmesine doğrudan etkisi olmuştur. Başta Ebû Hüreyre (r.a.) olmak üzere çok hadis rivayet eden sahâbîler Ehl-i Suffe’dendir. İslâm hukuku alanında ortaya çıkan ehl-i hadîs ve ehl-i re’y ekollerinin ilk temsilcileri kabul edilen Abdullah b. Ömer (r.a.) ile Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.) gibi birçok sahâbî de Suffe’den yetişmiştir. Bunun yanında ilk dönem zühd hareketlerinin Ehl-i Suffe ile başladığı, Suffe’nin tasavvufun nüvesini teşkil ettiği kabul edilmektedir. Bazı tabakât müellifleri eserlerinde Ehl-i Suffe’yi geniş bir şekilde tanıtmış, bunlardan Ebû Nuaym el-İsfahânî, Hilyetü’l-evliyâʾ adlı eserinde Suffe’de kalan 100 kadar sahâbî hakkında bilgi vermiştir.

Kaynaklarda “Suffetü’n-nisâ” adını taşıyan bir başka suffe’den de söz edilmektedir (Müsned, II, 145; Ebû Dâvûd, “Ḥudûd”, 11; Nesâî, “Ḳaṭʿu’s-sâriḳ”, 8).” (TDV İslam Ans. Mustafa Baktır, Suffe Mad.)

DERGÂHLAR

İlim ve irfanın bir arada hamurlaştığı, sonra ekmeğe durduğu, sonra da ikram edildiği mekânlardı onlar.  Ta Ashâb-ı Suffe’den itibaren İslâm’ın ilk mektepleri idi onlar.

  Onlardı insanı insan eden terbiye mekânları. Kâinatın serveri biricik Efendimiz (s.a.v.), orada yetiştirmişlerdi onlarca talebesini. İlimle irfanın olgunlaştırdığı insan-ı kâmiller orada ulaşmışlardı bu eşsiz sevgiye.

Allah Rasûlü (s.a.v.) Efendimizden bu terbiyeyi alan güzel insanlar da başka mekânlarda kurmuşlardı Ashâb-ı Suffe dergâhlarını. Birer meş‘ale olmuştu her biri bulunduğu mekânda. Semerkand’da, Buhara’da, Taşkent’te, Anadolu’da ve daha nice yerlerde.

Bu çerçevede yetiştirmişti Ahmed Yesevî, erenlerini. Anadolu’ya gönderdiği bu alperenler, gönüllerde taht kurmuşlar, İslâm’ın özverisini, vefasını ve fedakârlığını bizzat göstererek gönül köprüleri kurmuşlardı insanlar arasında.

Ne zaman ki irfansız bir ilim kaldı İslâm diyarlarında; işte o zaman felâketler yağmaya başladı bu ümmete. Zira kuru bir lakırdı kalmıştı dillerde. Gönüller berraklıktan bulanıklığa dönmüş, sözler fiiliyata geçirilmez olmuştu. Hâle yansımayan hiçbir ilmin asla faydası olmayacaktı. Artık dünyevî istek ve arzular uhrevî gayretlerin önüne geçmiş, dünya süsü insanı aldatır olmuştu.

GÖNÜL DOKTORLARI

   O hâlde yaşadığımız şu çağda, Ashâb-ı Suffe misâli nice dergâhlara ihtiyacımızın olduğunu asla unutmamalıyız. Zira bunlar, ‘kâl ile hâl’in birbirine uyum sağladığı, ilmin tatbîkat sahasına geçirilerek âlimliğin yanında ârifliğin de hissedildiği özel mekânlardır. Zira ârif olmadan âlim olmanın bir kıymeti yoktur. Evet, meleklerin gıptayla baktığı meclislerdir oralar.

Zira gurur yoktur, tevazu vardır. Kibir yoktur, acziyet vardır. Sertlik yoktur, yumuşaklık vardır. Cimrilik yoktur, cömertlik vardır. Ve gönüllerde Hakk vardır, zıddı yoktur…

O gönüller ki; nefsin terbiye ve tasfiyesi ile meşgul olmuş, Allah Rasûlü  sallallahü aleyhi ve sellem Efendimizin Sünnetleriyle bezenmiştir. Onlar ki ümmetin öncüsü olan nice Fatihler yetiştirmişler ve fetihlere vesile olmuşlardır. Onlar ki Ebu Eyyub el-Ensari’yi keşfeden Akşemseddinler misâli, Allah’ın kendilerine bahşettiği ikramlarla Ümmet-i Muhammed’e hizmete koşmuşlardır.

Evet, onların her birisi bir gönül doktorudur. Gönüllerin manevî hastalıklarına reçeteler sunan, onlara Allah muhabbetini aşılayan hekimlerdir onlar. Şimdi ne kadar muhtacız o gönül doktorlarına… Asrın getirdiği onca çeşit dert, tasa, stres ve gama neşter vuran gönül doktorları lâzım bu ümmete.

Dünyalığın zirvesine varmış insanların bunalmış kalplerine, imanın aşk ve muhabbet aşısını vuracak gönül erlerine, Hakk erenlerine muhtacız. İşte onlar da bu dergâhlarda yetişiyorlardı. Alâaddin-i Attar, Abdülkadir-i Geylânî, Şâh-ı Nakşibendî, Marûf-ı Kerhîler; Mevlanalar, Yunuslar, Hacı Bayram-ı Velîler, Aziz Mahmud Hüdâîler, Hacı Veyis Zâdeler, Ladikli Hacı Ahmed Hüdailer, Mahmud Samiler, Zahid Kotkular, Necip Fazıllar, Tahir Büyükkörükçüler, Osman Karabulutlar misâli. Rabbimiz önce böylesi güzel insanları yetiştirecek mürşid-i kâmiller ihsan eylesin bu ümmete. Birer takvâ abidesi olan bu Hak dostlarına ne kadar da ihtiyacımız var.

Evet, Ashâb-ı Suffe’nin ruhunu arıyor gözlerimiz şimdi. Rabbim o ruhun yeniden canlanışını lutfeylesin bu Ümmete...