Türkiye uzun zamandır bölücü terör örgütü PKK ile mücadele ediyor. Bu kapsamda şimdiye kadar 40 binin üzerinde insanını kaybederken, terörle mücadelenin maliyetinin yaklaşık 300 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor.

Türkiye’nin PKK terör örgütüyle mücadelesi yetmiyormuş gibi, süreç içerisinde bazı sol ve marjinal örgütler de kendilerine alan açmaya çalıştılar.

2014 yılından itibaren bölgedeki kaotik ortamdan istifade ederek ortaya çıkan/çıkarılan DAEŞ terör örgütünü de ekleyince, Türkiye’nin karşısındaki terör cephesi iyice genişledi.

Bu terör örgütleri Türkiye’nin komşusu olan; Suriye, Irak, İran ve Yunanistan’tan lojistik destek sağlayarak muhtelif saldırılar gerçekleştirdiler ve sonrasında da kendilerine hamilik yapan bu komşu ülkelere kaçtılar. 

17/25 Aralık 2013’den itibaren FETÖ'cü paralel yapılanmanın da terör örgütü olarak tanımlanmasıyla, çevremizdeki terör örgütlerine bir de içerden, hem de devletin en mahrem kurumlarına sirayet etmiş ve ülkeyi bölmeyi değil tamamen ele geçirmesi hedefleyen bir terör örgütü de eklenmiştir.

Peki Türkiye bu kadar varoluşsal tehdit ile mücadele ederken, amacı müttefiklerine yönelik her türlü saldırıyı bertaraf etmek olan NATO ve NATO’daki müttefiklerimiz ne yapıyordu?

Öncelikle Çekiç Güç harekâtından beri Kuzey Irak’ta varlık gösteren ABD’nin, bu bölgede serpilen PKK örgütüne, hem de resmi olarak terör örgütü olarak kabul etmesine rağmen, neden müdahale etmediğini sormak gerekmez mi?

Ayrıca Suriye’deki iç savaş sonrası bölgede alan hakimiyeti sağlayan DAEŞ’i ortadan kaldırmak için neden Libya’da olduğu gibi NATO’nun değil de Abd’nin belirlediği bir koalisyonun görevi üstlendiğini veya bu koalisyonun liderliğini yürüten Abd’nin sorunun çözümlenmesi için neden Türkiye’ye değil de, PKK’nın Suriye kolu olduğu kendi istihbarat örgütünün raporlarıyla sabit PYD/YPG/SDG’ye siyasal olarak destek verdiğini, binlerce tır silah gönderdiğini ve askeri eğitim verdiğini sorgulamayalım mı?

Hem de PYD’nin kontrolündeki bölgelerden Türkiye’ye yönelik pek çok kez saldırı gerçekleştirilmiş olmasına rağmen…

Bir tarafta NATO müttefiki Türkiye dururken, terör örgütünü müttefik olarak lanse etmek ve bu terör örgütünden tehdit algılayan Türkiye’yi, gerçekleştirdiği veya gerçekleştireceği operasyonlar nedeniyle yaptırımlarla tehdit etmek, bu müttefikliği sorgulamamız için yeterli karine değil midir?

Diğer taraftan "NATO’nun 'beyin ölümü' gerçekleşti" diyen Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un, Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerginlik nedeniyle, Türkiye’yi sözde müttefiklik ruhuyla uyuşmayan eylemlerde bulunmakla suçlamasına ne demeli?

Ve tabi ki Yunanistan.

Daha terörist başı Öcalan’ın Suriye’den çıkarıldıktan sonra Yunan istihbaratının sağladığı pasaportla Avrupa’yı dolaştığını ve oradan da Kenya’ya götürüldüğünü unutmadık.

Bu yetmiyormuş gibi, sözde mülteciler için kurulan Lavrion kampında PKK ve DHKP-C militanlarının barındırılması ve buradaki teröristlerin aldıkları eğitimler sonrası Türkiye’ye yönelik saldırılar gerçekleştirmelerini nasıl okumak lazım?

Aynı Yunanistan’ın sınırlarına dayanan mültecilere kötü muamele edip, Türkiye’ye geri ittiği hem Uluslararası Göç Örgütü (IOM) hem de Avrupa Parlamentosu tarafından tespit edilmişken, Türkiye’den kaçan FETÖ'cülerin diğer mültecilerden farklı olarak engellemeyle karşılaşmadan sınırı geçmeleri ve iltica taleplerinin ekseriyetle kabul edilmeleri nasıl izah edilebilir?

Anlaşılan “müttefiklik ruhu” sadece Türkiye mevzu bahis olduğunda uygun bir araç oluyor. Ama yukarıda sayılan sözde müttefiklerimizin Türkiye’nin birliğine, bütünlüğüne ve ulusal güvenliğine kast eden terör örgütleriyle mücadelesini desteklemedikleri gibi köstek olmalarında ise “müttefiklik ruhu”nun esamesi bile okunmuyor.