Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) 15 Kasım 1983’te ilan edildiğinde başta Rum tarafı olmak üzere çoğu devlet, bağımsızlığını ilan eden bu devletin çok uzun süreli olmayacağını tahmin ediyorlardı. Onlara göre, bağımsızlık ilanı Rumları masada ikna etmek için başvurulmuş bir blöftü.

KKTC’nin ilanından sonra ve özellikle Annan Planı (2004) ve Crans-Montana (2017) gibi çözüme yaklaşılan tüm görüşmelerde, KKTC’nin varlığını sona erdiren iki toplumlu, iki bölgeli federasyon modelinin kabul edilmesi, KKTC’nin varlığına ve geleceğine ilişkin şüphelerin daha da artmasına yol açtı. Tüm bunlar Rumlara cesaret veren, onları haklı çıkartan gelişmeler olarak okunuyordu.

Açıkçası KKTC’nin en zayıf yanı buydu. Devlet doğmuştu ama akıbeti meçhuldü; bir mefkûresi yoktu. Bu belirsizlik hem halkı hem de resmi otoriteleri ziyadesiyle olumsuz etkiliyordu. Dahası Rum tarafının elini ziyadesiyle güçlendiriyordu.

KKTC adına dönüm noktası, 27 Nisan 2021’deki Cenevre Konferansı oldu. Türk tarafı ilk kez, geçmişteki görüşmelerden farklı olarak masaya Birleşmiş Milletler (BM) parametreleri dışında yeni bir planla oturarak alışagelmiş tekliflerin dışında yeni bir çözüm önerisi sundu. Türk heyeti, yarım asırdır “iki kesimli, iki toplumlu federasyon” için yapılan müzakerelerin bir sonuç getirmediğini ileri sürerek artık federasyon tezini müzakere etmeyeceğini resmen ilan etti.

KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar haklı olarak Kıbrıs Türk halkının özünde var olan egemen eşitlik ve eşit uluslararası statünün tanınması istiyordu. Kısacası Kıbrıs’ta var olan iki devletin eşit haklara sahip olduğunu ve bu nedenle adada iki ayrı devletin varlığının kabul edilmesini ve bu iki devletin iyi komşuluk ve iyi niyet kuralları çerçevesinde yan yana yaşamasını öneriyordu.

Çoğu kimse Cenevre'de resmiyete kavuşturulan "iki devletli çözüm" önerisine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın BM Genel Kurulu'ndaki konuşmasına kadar şüpheyle yaklaşmıştı. Zira o vakte kadar birçok uzman, bu önerinin gelip geçici olduğunu ve bir devlet politikası hüviyeti taşımaktan uzak olduğunu ifade etmekten kaçınmıyordu. Fakat Erdoğan’ın konuşması bu havanın kısa zamanda dağılmasına yol açtı.

Erdoğan, BM kürsüsünden şöyle sesleniyordu: “Uluslararası toplumu, Birleşmiş Milletler prensipleriyle çelişir şekilde, ambargolarla dünyadan koparılmaya çalışılan Kıbrıs Türklerine yönelik zulme son vermeye ve bir an önce Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni resmen tanımaya davet ediyoruz.” Bu, bir ilkti. Erdoğan, BM Genel Kurulu kürsüsünden bütün dünyaya yaptığı bu çağrıyla, “iki devletli çözüm” önerisinin artık bir devlet politikasına dönüştüğünü ilan ediyordu.

İlk kez, KKTC’nin varlığı ve geleceği konusunda bulanıklaşan zihinler, bu denli berraklaşıyordu. Tarihi bir eşik geride bırakıldığı gibi KKTC’nin varlığı da psikolojik bir yük olmaktan çıkartılarak moral bir dengeye kavuşuyordu. Daha açık bir ifadeyle KKTC ilk defa, Rumlar karşısında psikolojik yönden savunma pozisyonunu terk ediyordu.

KKTC’nin Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) Devlet Başkanları 9'uncu Zirvesi’nde Türk Devletleri Teşkilatı’na gözlemci üye yapılması, önemli bir siyasi gelişme olarak kayıtlara geçti. Ardından Gambiya Devlet Başkan Yardımcısı Badara Joof’un KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ı ziyaret etmesi tarihi bir kırılmanın işaret fişeğiydi. Tüm bu olaylar, KKTC’nin psikolojik zayıflıklarını iyileştiren ve onu psikolojik bir sorun olmaktan çıkartan olaylardı. Belki tüm bu gelişmeler küçümsenebilir ya da azımsanabilir. Ancak hiç kimse bu olayların zaman içerisinde hangi taşları yerinden oynatacağını ve nasıl bir domino etkisine yol açabileceğini şimdiden tahmin edemez.