Yaşanmışlık insana, eşyaya, vakte, geçmişe ve geleceğe kıymet katar. Yılın rakamla artı bir olarak tanımlandığı yeni bir tarihte, yaşadığımız coğrafyada, ülkede, mekânda hayatlarımızı nasıl bir zeminde kimlerin değerleriyle inşa ettiğimiz üzerine düşünmek vaktidir. Gürültü yapmadan, yükselen uğultulardan etkilenmeden, yitip gitmekte olan insanlık duyarlılıklarını hatırlayarak ve kaybettiklerimizi listeleyerek muhasebemizi yapma vaktidir. Basit bir tespitle dünü hatırlayarak, yitiklerimizi ve yitirdiklerimizi düşünerek gelecek nesillerin emaneti yarınlar üzerine birazcık düşünmeye ihtiyaç var. 

İnsan olarak işgal ettiğimiz yerin bize yüklediği sorumluluğun gereğini yapıyor muyuz? İdeolojilerden, etnik kimliklerden, coğrafi aidiyetlerden bağımsız olarak kendimizle, komşumuzla, şehrimiz insanıyla, ülkemiz değerleriyle, bölgemiz dertleriyle, nefes aldığımız havanın kalitesiyle, yarın gölgesinde şiir yazacak torunlarımızın emaneti ağaçla nasıl bir ilişki kuruyoruz?

Durup bir nefes alın. İnsan ilişkilerinde kalitesizliğin, ikiyüzlülüğün, samimiyetsizliğin egemen olduğu bir zeminde birbirimizle nasıl bir ilişki ve diyalog içerisindeyiz? Kalabalıklarda, görünür mekanlarda birbirimizin yüzüne bakarak yaptıklarımızla birkaç metre ötede biraz önce tabasbusta kusur etmeden yaltaklandığımız arkadaşımız hakkında üçüncü şahıslara ne anlatıyoruz? Gücün, makamın, günübirlik çıkarların heyecanıyla hayatlarımızı esir alan kalitesizlik bizi hangi yarım kalmışlıklara sürüklüyor? İnsanlığımızı kurban ettiğimiz makamdan uzaklaştırıldığımızda, insan kardeşlerimizle yeniden eşitlendiğimizde kimden ne kadar saygı görüyoruz? Toplumsal piramidin en tepesinde olma hayaliyle bastığımız omuzlardan düştüğümüzde geriye kalan ne?

Herkesin iktidar ve güce odaklandığı, görünmeyi ve sosyal medyada bir fotoğraf paylaşarak anda var olmanın sarhoşluğuyla oluşan hastalıklı ortamda hiç kimse kendinden bekleneni gereğince yerine getirmeyi ve daha doğru ve iyi olanı, faydalı ve yapılması gerekeni yapmayı göze almıyor. Ortalıkta fazla görünmenin aslında anlamsız görünürlüğü beslediğinin ne zaman farkına varacağız? Ne zaman kendi/-nizin/-mizin farkında olmadığımızda kimsenin bizi fark etmeyeceğinin farkına varacağız? Her şeyin yarım kaldığı, ama herkesin her şeyle ilgilenirken hiçbir şeyin idrakinde olmadığı bir durumla karşı karşıyayız. Herkesin kazanç piramidinin, şöhret zirvesinin, siyaset meydanının en üst noktasına göz diktiği, hak edip-etmediği, hakkı olup olmadığı gerçeğine kör ve sağır olduğu bir ortamda insanlık ideallerini yaşatmada dip yaptığımız vakitlerdeyiz. Daha büyük hedefleri olanlar, yapması gereken “büyük iş”leri olanlar uzaklaştıkça uzaklaşan ahlaktan, insanlıktan, davadan, kardeşlikten, ideallerden daha büyük ve değerli olanın ne olduğunun farkına ne zaman varacaklar? Siyasetin kaptan köşklerinin etrafına post serenler, cemaatlerden ve gönüllü teşekküllerden nemalananlar, bölgesel aidiyetlerle oluşturulan diasporaların gücüyle koltuk kapanlar, akademyanın bilim puthanesinde kibrin bulutsu buğusuna teslim olandan bürokrasiye kadar hiç kimse yerinden, pozisyonundan memnun değil ya da kendisini konumlandırdığı yerde olamamanın hıncıyla sürekli bir arayıştadır. Yetinme ahlakını kaybedenler, doyumsuzluk gökdeleninin son katından düşerken, çıkarken tutunduğu koruyucu kolları yok ettiklerinden betona çakılmaya mahkumdurlar. 

“Cennet vatan ve gelecek ideali” meselesinde mutabık kalamadığımız bir ortamda yaşıyoruz. Alt alta, yan yana listelediğimizde televizyon ekranlarında zihinlerimizi iğdiş etmeye memur on beş- yirmi gazeteci, yazar ve akademisyen unvanlı kişi var. Dünyada olup biten her bir meselede uzman kişiler (!). Cemaatler siyasetçileri aratmayacak ölçekte siyaset konuşuyor; bürokrasinin koltuklarını, eğitim kurumlarının koridorlarını, hastahane yönetimlerini ve ihaleleri pay etmeye memur. Siyasetçiler din vazediyor; köşe yazarları komplo teorileri üreterek mensubu oldukları siyasi cemaatlerin propaganda makinesi trollerine tutuşturulmuş kelimelerden yakıt ikmal etmekle meşgul.

Ülkede ayakkabı boyacısından hademeye, yayıncısından öğretmenine kadar hiç kimse mesleğinin ve sorumluluğunun gereğini yerine getirerek yükselmek derdinde değil; bir hısım-akraba, hemşehrilik ve siyasî dolandırıcılıkla bir yerleri işgal etme derdinde. Nitekim siyasi makamlar el değiştirdiğinde hemşehri, hısım ve siyaset kurumu organize işlerinin ürünü işgalciler, daha yirmi dört saat geçmeden ortama uyum sağlayıp işlerine devam edebiliyor. Uzattığı sakalla mihraba geçip imamlık yapanı sakalsız, omuzları örten başörtüsüyle koridorlarda rüzgârı coşturan kadını boyalı sarı saçlarını dalgalandırırken görebiliyoruz. Bunun tam tersi durumlara da tanıklık etmişliğimiz var. Bu yaşama biçimini insanlık onurunun neresinden tartıya koyarsak koyalım, insanlık adına utanç olarak kayda geçecektir. Niteliksizliğin, kimliksizliğin, kişilik bozukluğunun son noktasındayız. İnsanın, insanlığa ve insaniliğe döndürülmesi gerek.

Bugünün modern, yarının ilkel düşüncesinin görünümü olan manzara, insanı bütünlüğünden, insaniliğinden, ötekinin hakkına saygıdan kopararak ve kimliksizleştirerek uyumlu-modern bir varlığa dönüştürüyor. Bu dönüşümün gerçekleştiği noktada hakikat yok olur. Uğruna mücadele edilen değerler ortadan kalkar. Olması gereken, hak ettiğimiz ve tüm süreçlerinden geçerek bulunduğumuz noktada kimliğimize sadık kalarak ve saygı görerek kalabilmektir. Gündelik siyasi endişelerle aidiyet kurduğumuz inanç, ideoloji ve çevrede iğreti bir varlığa dönüşür kendimizle hesaplaşmaktan kaçınırken farkında olmadan bir yerlere yuvarlanırız.

Dönemin ruhuna teslim olmak, insanın hakikatine yabancılaşmaktır.