"Rabbim! Beni namazı dosdoğru, mükemmel şekilde kılan bir insan yap. Zürriyetimden de böyle insanlar yarat. Ey Rabbimiz, dualarımızı kabul et. Rabbimiz, kıyametin kopacağı günde beni ana-babamı ve müminleri bağışla.” (14 İbrahim 40,41)

Allah ve Rasûlü'nün “namaz” konusunda ne kadar önemle durduğunu hepimiz bilmekteyiz. Çünkü ancak onunla yüksek derecelere kavuşulabilir. O olmadan hiçbir manâ keşfedilemez, hiçbir sırra vâkıf olunamaz. Zira gerçek sır olan Allah'ın Cemali'ne sadece onunla vasıl olunabilir. Namaz emrinin Mi'raç'ta alınması ve Efendimiz'in Rabbi'nin Cemali'ni onda görmesi bu sırrı keşfetmeye yeter. "Namaz Mü'minin Mi'racıdır " gerçeği bunun en bariz belgesidir.

Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) Efendimizin Tahiyyatımızda ifade edilen "salih kullar"ı hatırlaması da ayrı bir inceliktir. O, "ümmetine çok düşkün" bir peygamber olarak Mi'raç’ta ümmetinin salihlerini hatırlamıştır.  Burada bir sırrın daha yattığını görmekteyiz. Şöyle ki: Bir kimse güzel bir şey ya da güzel bir mekân gördüğü zaman, onu ya da o yeri sevdiklerine de göstermek ister. Önce onlara övgüyle ondan bahseder, sonra da kendilerine göstermek istediğini dile getirir. Zaten onu dinleyenler de bu arzu içerisine girer ve göstermesini isterler.

İşte Peygamber Efendimiz de Mi'raç’ta görmüş olduğu o eşsiz Rabbinin güzelliğini, ümmetine de göstermek istemektedir. Bunun için de olanca gayret ve çabalarıyla onları Mi'raca, yani namaza yönlendirirler. Onu güzel bir şekilde ikame etmenin öneminden bahsederler. Bunun sonunda eşsiz bir lütfun yani Cenab-ı Hakk'ın Cemali'nin olduğunu haber verirler.

Zaten kalpler de ancak Allah’ı anmakla huzur bulur:

 “Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (13 Ra’d 28)

O halde "vakitleri belli olarak farz kılınan" namazla dirilmelidir insan. Onunla Mi'raç’lara çıkmalı, Rabbi'nin Cemali'ne kavuşmalıdır. Yoksa insan olmasının ne anlamı olabilir ki? Hayatlarını bize vakfetmiş olan o güzel Efendimizin çabaları hepimizin malûmudur. Onun hedefleri daima bizim kurtuluşumuz olmuştur. O, bizleri ateşten çekmeye, gülistanlara, cennetlere ulaştırmaya gayret etmişlerdir. Bunu ortaya koyan o kadar söz ve fiilleri vardır ki! Hangisini anlatabiliriz?

ARŞIN GÖLGESİNDE

Arşın gölgesinde olanları haber veren Hadis'te sayılan yedi sınıftan birisi olan "kalbi mescitlere bağlı kimseler" bu konuda ne kadar da bahtiyardırlar. O övgüye lâyık olmak ne güzeldir. Onlar Cemalin seyrinde daha ümitli olsalar gerektir. Kişinin namaza düşkünlüğü diri olduğuna işarettir. Eğer bir kimse namazdan uzaksa o zaman manevî yönden ölü demektir. Çünkü o; Allah’ı zikir, O’nu anmak ve O’nunla olmak hakîkatinden uzaktır:

"Kim benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz." (20 Tâhâ 124.)

"Mü’minler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar, namazlarında derin saygı içindedirler." (23 Mü’minûn 1-2)

Namazın insanı manen ve madden dirilttiği gerçeğinden hareketle, bu eşsiz ibadet aynı zamanda onun kurtuluşu olacaktır.

Mü'minun suresinin başında verilen kurtuluş haberine bakarsak, bu gerçek açık ve net bir şekilde ortaya çıkacaktır. Rabbimiz gerçek mü'minlerin halini beyan buyururken onların namaza devam ettiklerini aynı zamanda onu huşû içerisinde eda ettiklerini haber verir. Bu da yukarıdaki başlığımızın apaçık ispatıdır.

"Mü’minler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar, namazlarında derin saygı içindedirler." (23 Mü'minûn 1-2.)

Devamındaki ayetlerde mü'minlerin önemli özellikleri sayılır ve 9. ayette yeniden namaza değinilir:

"Onlar, namazlarını kılmağa devam ederler." (23 Mü'minûn  9.)

İLK HESAP NAMAZDAN

Kıyamet günü ilk hesabın namazdan olacağı konusunu da göz önüne alacak olursak, ehl-i salât olanın ehl-i salâh olacağı yine açıkça meydana çıkmaktadır. Yani namazımız bizim kurtuluşumuza, ıslahımıza vesile olacaktır.

 Ayrıca namaza çağrımız olan Ezan'ın lâfızlarına baktığımız zaman da onun önce salâta yani namaza, sonra da felâha/salâha davet ettiği görülmektedir.

NE GÖTÜRECEKSİN KARDEŞİM O YOLCULUĞUNA?

Bu manâda kendisine zulmeden insanlar hiç de az değildir. Onlar kendilerini görmezlikten gelen gafil kişilerdir. Hiçbir maddî külfeti olmayan, aksine kişiye maddî ve manevî nice katkılar sağlayan namaz, zamanın her diliminde kılınmalı, asla ihmal edilmemelidir.

Zaman ve namaz…

Namaz ve zaman…

Hangi yönden okursanız okuyun, diğeri çıkar karşınıza. Demek ki zamanlarımız namazla dolmalıdır. Zamanı namazla dolmayanlar, ne kadar da bedbahttır!

Ne zorluğu ve sıkıntısı olabilir ki onun? Halbuki insanoğlu nice zamanlar bomboş sevdalar uğruna, pek çok zahmetlere katlanıp duruyor. Ne kalbi ne de bedeni rahat buluyor. Ama onca iyilik ve ikramına rağmen Allah'ın emrettiği namaza koşmuyor. Ne kadar da acı bir gerçek bu! Yaratan'ın emrinden kaçmak ve kendisine düşman olan şeytanın dediklerine koşmak! Böyleleri için bol dua etmek düşüyor bizlere. Bir de tatlı dille uyarılar:

-Ne götüreceksin kardeşim o yolculuğuna? Sana neler refakat edecek acaba? Günahlar, kirler, isyanlar mı? Nelerle varacaksın varılması gereken mekâna ve ne diyeceksin seni sorgulayacak Yüce Zât'a?

Ah insan ah! Kendine yaptığını kimse yapamıyor sana! Niçin koşmuyorsun o namaza! Halbuki kurtuluş getirecek o sana.

Kişinin bir utanma duygusu olmalı değil mi? En evvel de Yüce Rabbi'nden. O olmadan insanlık ne anlam ifade edebilir ki!

Bakınız Hadis-i Şerife:

"Sizin herhangi biriniz (gece) uyuyunca şeytan onun boyun köküne üç düğüm bağlar. Her düğüme: 'Senin üzerinde uzun bir gece vardır (rahat uyu telkinini) vurur. O kimse, uyanıp Allah'ı anarsa bir dü­ğüm çözülür. Abdest alırsa bir düğüm daha çözülür. Namaz da kı­larsa bir düğüm daha çözülür. Artık o kimse, düğümü çözük, gönlü hoş ve neş'eli olarak sabaha girer.

Fakat Al­lah'ı anmaz, abdest alıp namaz kılmazsa, gönlü kirli ve uyuşuk hâl­de sabaha girer." (Buharî, teheccüd,12; Müslim, müsafirin, 207.)

İNSAN HAYATININ ÖNEMİ

İnsan hayatı, hiçbir zaman tartışılamayacak kadar önemli ve kıymetlidir. Zira o bir defa geliyor dünyaya. Tekrarı yoktur bu imtihanın. Zaten bütün çaba ve gayretler hep bunun için olmakta değil midir?

Ama bu ikinci cümleye iyi bir açıklama getirmek gerekiyor. Zira insanoğlu her türlü meşakkate katlanmak suretiyle ortaya koyduğu çabasını, sadece dünya hayatı için yaparsa çok büyük bir kayba uğrayacaktır. Böylesine bir durum kişinin varacağı sonsuz hayatta tamiri imkânsız büyük yaralar açacaktır.

Hâlbuki insanoğlu dünyasına çalışırken bile, âhiret yurdunun ihtiyaçlarını göz önünde tutarak yaşamalı değil midir? Bu gerçek Allah'ın (c.c.) yüzlerce âyetinde dile getirilirken, insanoğlu nasıl oluyor da onları görmezlikten geliyor! Bu durum onun da bir gün dikkate alınmayacağını hatırlatıyor. Zira herkes "ne ekerse onu biçer."

Bu manâda karşımıza pek çok farklılıklar çıkacaktır:

Kimi mal-mülk peşinde olur ve Rabbini unutur.

Kimi, makam-mansıp peşinde olur, Rabbinin emirlerini ihmal eder.

Kimi ibadet eder, kulluk yapar gibi olur ama hâlâ nefsinin isteklerine de kapıyı açık tutar.

Kimisi de bu dini yaşadığını, anlattığını hatta temsil (!) ettiğini söyler de işine geleni yapar, gelmeyene de bir kılıf bularak (!) fetvalar geliştirir.

Kimisi ise "biraz daha", "daha gencim" ya da "işime, görevime zarar vermeyeyim," "ne yapayım görev icabı" diyerek kendini avutur.

İşte şeytanın oyunlarından bazıları… Rabbimiz onun şerrinden muhafaza etsin. Görüyorsunuz ki o şeytan insanı nasıl avutuyor, ona nasıl perişan vesveseler veriyor. Ne kadar acı değil mi? Nasıl da aldatıyor bizleri değil mi? Gün olup da ölüm meleğini karşımızda görüverince ne yaparız acaba!

"Âh insan âh! Âh nefsim âh! Âh gafletim âh!" diyoruz kardeşlerim.

Bu dini iyi yaşamalıyız. Bu din öylesine bir din ki asla dünyayı da ihmal etmez. Bu gerçek, ayet-i kerimede beyan buyrulur.

İbretlerle dopdolu olan Karun’un kıssasında geçen şu söz bakın hem dünya hayatını hem de ahiret yurdunu nasıl da kapsıyor:

"Allah'ın sana verdiği şeylerde, ahiret yurdunu gözet, dünyadaki payını da unutma; Allah'ın sana yaptığı iyilik gibi, sen de iyilik yap!" (28 Kasas 77.)

EVET, ŞİMDİ DÜŞÜNELİM:

Genç olabiliriz… Dinç olabiliriz… Amir-memur, zengin, varlıklı, güçlü olabiliriz. Ama bilelim ki bir gün hepsi çıkar elimizden.

Beyaz bir kefenle Hakk'a ulaşacağız ama acaba amellerimizin rengi ne olacak?

Ya da bugün hangi renkte?

Beyaz mı, yeşil mi, kırmızı mı yoksa simsiyah mı?

Hiç düşündük mü? Ne dersiniz!

Ey İnsan!

Gönül huzurun namazdadır bilesin ey insan,

Ufukları kaplayan bir manâya koşasın insan,

Boşa verme sermayeni değerli kılmaya bak,

Rabbin sevdasıyla gönül kabın doldurmaya bak!

***

O halde Allah’ın buyruklarına kulak verelim. Cenab-ı Hakk (Celle Celâlühü) şöyle buyurur:

“Beni anmak için namaz kıl!” (20 Tâhâ 14)"Namazı gereği gibi kılın, zekâtı verin. " (2 Bakara 110)

ESKİ AİLE YAPIMIZ

Büyüklerimiz vardı evlerimizde. Dede ve ninelerimiz. Onların terbiyesini alırdı torunlar. Evlerde namazlar kılınır, torunlar görürdü. Bazen dedeler onları camilere götürürdü. Ama ne muhabbetti. Ramazanlarda anneler, nineler, kızlar hep camidelerdi. İlk yıllarda büyüklerin önemli hizmetleri olurdu evlere. Misafirler gelirdi bol bol bu arada. Konu-komşu, akraba ya gelir ya da onlara gidilirdi. Ne güzel ziyaretleşmelerdi onlar. Anne baba diye hizmete koşar ve dine uygun örf ve âdeti alırdı yeni çiftler. Yaşlanınca onlara bakılırdı. İşte buralardı “Huzur evleri”. Şimdi adına huzur evi dedikleri yerlere gidip onları dinlesek, her birinin nice acıklı hikâyeleri vardır. Gözleri hep yaşlıdır. İçleri hep kan ağlamaktadır. 5, 6 belki de 10 çocuk büyütmüştür ama onlar bir ana ya da babaya bakamamıştır. Hem belki de zorlukla da olsa okutmuş, makam mevki ya da mansıp sahibi yapmıştır. Zaten daha çok onlar bakmamaktadır. Bu bizim maalesef en büyük yıkımımızdır. Evlatlar, torunlar İslam terbiyesinden mahrum kalmıştır. Ah o günler. Rabbimiz bu sevgi ve bağlılığı tekrar lütfetsin.