Türkiye’nin son yıllarda Karadeniz, Doğu Akdeniz ve Kafkasya'da takip ettiği dış politika son derece başarılıdır. İsrail’in ardından Mısır ve Suriye ile de normalleşme adımlarının atılmasıyla Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki diplomatik ağırlığı daha ileri bir seviyeye taşınacaktır.

Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi sıkıştırmak, yalnızlaştırmak ve ötekileştirmek için her fırsatta Kahire’den diplomatik destek araması ve Türk-Mısır ilişkilerinin normalleşmemesi için tüm imkânlarını seferber etmesi, aslında Türkiye’nin sonraki hamlelerinin ne olması gerektiği konusunda önemli ipuçları sunuyor.

Aslında tüm bunlar Atina’nın krizleri çözme yeteneğinin, bu krizleri çıkarmaktaki yeteneğinden daha kötü olduğuna işaret ediyor. Sorunlara bir çözüm bulmaktan uzak olan bu stratejik yaklaşım, yalnızca sorunları yeniden tanımlıyor. Hâl böyle olunca Atina’nın er veya geç bir çıkmaz sokakla karşılaşacağı şimdiden bellidir.

Türkiye’nin dış politika hedefi artık çok açıktır. Ankara, Doğu Akdeniz’deki hayati hidrokarbon kaynaklarından çok, ülkesini hedef alan çevreleme ve yalnızlaştırma stratejisini geri püskürtüp yeni bir güvenlik ağı oluşturmanın peşinde koşuyor. Bu, oldukça yerinde bir yaklaşımdır. Nitekim Erdoğan hükûmeti, Libya’yı bu güvenlik kuşağına katarak önemli bir başarı elde etmiştir. Zira Libya, Ege’deki güvenlik kuşağının en değerli parçalarından biridir.

Diğer taraftan Yunanistan’ın adaları silahlandırması, ülkesini bir Amerikan üssüne çevirmesi ve sürekli Türkiye’ye karşı provokatif eylemlere yönelmesi, jeopolitik ve askeri kabiliyet bakımından gerçekçi bir strateji değildir. Belki daha kötüsü bu stratejinin, Türk-Yunan sorunlarının nasıl çözümleneceği hakkında herhangi bir yol göstermemesidir.

Bu muğlaklıktan dolayı Ankara-Kahire-Şam arasındaki ilişkileri jeopolitik ve realpolitik zemine oturtmak, Türkiye’nin birinci önceliği olmalıdır. Mesele sadece Yunanistan’ın maksimalist politikaları olmamalı. Küresel ekonomik kriz çağında sorunların birlikte ele alınıp rasyonel bir çözüme ulaştırılması hayati önem arz ediyor.

İçe kapanıklık, yalnızlaşma veyahut yüksek maliyetli bir dış politika takip etmenin yorucu etkisi şüphesiz çok fazla olacaktır. Bundan dolayı jeopolitik ve realpolitik gerçekliğin yanında iş birliği, yönetişim ve kazan-kazan formülünü önceleyen yeni bir ilişki yöntemine ihtiyaç duyulduğu da çok açıktır.

Kaldı ki devletler dış politikalarını tayin ederlerken kendilerine geniş bir diplomatik manevra alanı da sağlamayı arzu ederler. Nihayetinde "pazarlık, esneklik ve uzlaşma" dış politikanın üç önemli bileşenidir. Bunlar olmaksızın dış politikada başarılı bir şekilde yol almak pek mümkün değildir.

Yunanistan'ın hukuken haksız olduğu su götürmez bir gerçektir. Nihayetinde Lozan ve Paris Antlaşmalarının hükümlerinin bariz bir şekilde ihlal edildiği çok açıktır ve belgelerle de sabittir. Atina da bunun farkındadır. O nedenle Türkiye'nin meseleyi hukuk sahasına çekmesinden rahatsızlık duymaktadır.

Bundan dolayı Atina’nın iki stratejide ısrar ettiği söylenebilir. Birincisi, “saldırıya uğrayabilecek bir ülke” imajı üzerinden hem uluslararası toplum hem de uluslararası aktörler nezdinde siyasi güç ve itibar kazanmayı planlıyor. Bu bağlamda Ukrayna için oluşan hassasiyetten kendisine de pay çıkarmanın hesabı içerisinde. İkincisi ise Türkiye’ye karşı güçlü bir cephe oluşturmak. Bu sayede bir taraftan Türkiye’nin imajını karalamayı diğer taraftan da Türk dış politikasını sınırlandırmayı hedefliyor.