Lafı eğip bükmeye gerek yok: Aşkları bile politikti. Gönülleri bile politikleşmişti. Öyle ki ölüme kadar dimdik ayakta durup ne varlığın evveli ne sonrası umurlarında olmadan, ancak kendi mahallelerine bakıyorlardı.

Diyeceksiniz ki ayet var! Birbirinizi tanıyasınız diye milletler, diller… Ayetteki farklardan bahsetmiyorum.

Hani insanlar vardır; adalet, eşitlik, insanca yaşam için bir araya toplaşırlar. Sonra da karşı bir grup seçerler. Sanki adaleti, özgürlüğü, insanca yaşamı ellerinden almış gibi bağırırlar. Oysa ne adalet ne özgürlük ne de insanca yaşamdır kaygıları. Öteki dedikleri muktedir olmasın, söz sahibi olmasın, ekonomiyi yönetmesin, mümkünse ilerleme denilen şeyi de ötekiler yapmasın. Öyle ki ilerleme ötekilerin bildiği bir şey değildir; ilerleme olacaksa da aşkı bile politik olanların yapabileceği bir şeydir.

Kendisinden olmayan, hayırlı bir şey yapamaz, insanların bir kalbi olduğuna inanmayanlar için.

Sevgi bile

Dostluk bile

Öfke bile politiktir.

Kışın soğuğunda bile bir politik taraf vardır; kendi yanını her daim haklı görenler için. Haklılık sadece kendilerine aittir.

Mesela ilmihallerinde; affedilmez bir günahtır, ötekinin selamını almak. Ötekini ötekileştirmeyenler varsa içlerine, eninde sonunda onu mağaralarından kovarlar.

Kin duymak, politik bir şeydir. Zira her şey politiktir kendileri en üstte konuşmuyorlarsa.

Mesela yüzde kırk zam isterken yüzde kırk beş zam aldıklarında zammı verene nefret kusuyorlardı; çünkü aynı politik bakışa sahip değillerdi. Ne isterlerse üç fazlası olduğunda bile hınç duyuyorlardı. Mesele varlığını kabul etmemekti ötekinin. Ötekinin sundukları, başardıkları, uzlaşması, dinlemesi, anlama çabası değildi.

Aşkları bile politik olanların hayatları güllük gülistanlık olsa bile öfkelenecek bir şeyleri vardı. Buna muhaliflik diyorlardı. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük muhalifleri Spartaküs, Hz. Hüseyin, Marks, Ahmet bin Bella… -sizin de saygı duyduğunuz muhalifler elbet vardır- mezarlarında ters dönüyordu muhalif sözünü bayrak yapıp en büyük statükocu olanları.

Ne demişlerdi hani: Türkiye’de sağ, soldur; sol ise sağdır. Alabildiğine bağnaz, alabildiğine değişim karşıtı olanların solda, muhalif gösterildiği; alabildiğine değişime açık, yenilikçi olanların ise muhafazakâr, gerici olarak lanse edildiği aptal bir oyunun içine düşmüşseniz, bilin ki Türkiye’desiniz ve aşlarınız, inançlarınız eninde sonunda işgal altına girecektir.

Değişim şart, diye yeri göğü inletenlerin hayatlarında asla değişime izin vermedikleri hatta bunu ilke sahibi olmak olarak lanse ettikleri kaypak bir oyun bu. Değişime müsaade edenlere ise dönek diyenlerin sesinin daha gür çıktığı bir oyun bu.

Evet, içli bir yazı değil bu. Daralmış dünyada, daracık kalpleriyle, ancak kendi politik dünyalarına inananları, yanlış da olsa hak da yese, hatalı olduğunu bilse de sonuna kadar yargılamadan, sorgulamadan, kusurunu görmeden teslim oldukları kalpsiz bir yönü var, kalbine bile faşist olanların; vicdanına bile sadist, mazoşist davrananların; iyiliğe bile sadistçe yaklaşanların...

Evet, belki de mesele başka bir dilde var olamamaları. Belki de mesele, birikime bile ihtiyacı olmayan “politik dil”de var olabilmeleri. Ancak o sularda yüzebilmeleri. Sığ sularda yüzüp, derinliğe hâkim oldukları yalanıyla alemi işgal etmeleri. Ve her şeyi eleştirmeleri…

Neydi? Hani Mevlevî demiş ya, kusur gördük mü kolumuzun yeniyle örteriz. Bektaşî de demiş ya, bizler kulda kusur görmeyiz, diye. Niceleri ya ayıp örteriz yahut biz zaten ayıp görmeyen taifedeniz, deyip tüm alemi ayıplarken gel de bu alemde yaşa ve söze inan! Öfkenin, nefretin, karşı olmanın, politik bir dille canım hayatı zehretmenin herhangi bir tahsile ihtiyacı yok. Sanırsın onca politik çözümleme yapanlar bir birikimle yapıyorlar. Sırf düşmanlıkla var olan insan kalbini de yem edermiş mahallesine. Olan, bir kere var olacağı ömrüne olur.