Her gün ve her gün hayretle bakıyorum bu alıştığımız ve artık hiç şaşırmadığımız dünyaya. Garip bir dünya düzenine öyle çok alıştık ki alıştığımızın bile farkında değiliz. Bunun farkına varacak kadar dahi zamanımız yok.

Sabahın erken vakitlerinde ve daha gün ağarmadan bunca insan yollara düşüp de ne yapıyoruz böyle diye sorguluyorum bazı zamanlar kendime. Bunca ses bunca gürültü içinde duyamadıklarıma hayıflanıyorum. Yol kenarında hudayinabit bitivermiş bir ağacın sergerdeliğine imrenirken buluyorum kendimi, bir araba yığınının arasında koltukta öylece otururken.

Ne garip. Kimsenin zamanı yok. Zamanın zamanı yok. Vakit ve zaman arasındaki farkı düşünüyorum radyodan kulağıma dolan dijital sesi dinlerken. Onun bile sahte olduğuna kanaat getiriyorum. En nihayetinde müzik aletinden çıkan değil görünen ve görünmeyen kablolardan gelen bir ses. Sonra bir çiçekçi düşüveriyor arabamın camına. Ne kadar kırmızı güller? Kıpkırmızı. Kan kırmızı… Onlar da sahte. Satan da sahte…

“Vakit” diyorum kendi kendime “vakit kıymetli şey ama zaman öyle değil. Tükenen ve tükenmek zorunda olan, bizi bitiren ve bizi tüketen… Oysa vakit zamanın kıymetli hali.” Sonra söylediğim an “ne güzel cümle bu” dediğim bir şeyler dökülüyor dilimden “Zamanımız çok ama hiç vaktimiz yok…”

Çocuklar görüyorum, sıra sıra dizilmiş yarı uyur yarı uyanık hâlde ve sabahın bu erken vaktinde. “Siz uyumalısınız” diye seslenmek istiyorum onlara. “Rüyalar görmelisiniz siz” ama diyemiyorum. “Rüyası olmayan çocuk mu olur hiç!”

Oluyor demek ki. Ya da olmak zorunda…

“Yorgunuz hepimiz” diyorum aslında. “Devamlı acele yaşamaktan ve devamlı bir yerlere yetişmeye çalışmaktan ama hep de bir şeylere geç kalmaktan yorgunuz.”

Biri çıkacak bir gün bütün bu kalabalığın ortasında bunca araba trafiğinin arasında o tek başına ve kendi kendine bir yer bulup da yol kenarında duran ağaca doğru yürüyecek. Olduğu yerde ve öylece terk edecek arabasını. Sonra gidip de o ağaca sırtını verip ve hatta belki de sarılıp kalacak öylece. Sonra diğerleri ve diğerleri izleyecek onu.

Bir yığın kalacak geriye. Bizden geriye koca metal, soğuk ve kalabalık bir yığın kalacak. Çocuklar rüyalar görecek, o ağacın gölgesinde uyurken, insanlar tebessüm edecek. Çiçek satan adam elindeki makyajlı gülleri bırakıp da bir kenarda kendi başına yabani biten bir gelinciğe parmaklarını değdirecek.

Yağmur yağacak sonra ve “çile” demeyecek kimse yağmur için.

Neyse…

Öyle işte…