Neyle besleniyorsun?

Aslanlar gibi etle mi besleniyorsun?

Atlar gibi otla mı besleniyorsun?

Çakallar gibi leşle mi besleniyorsun?

Kuşlar gibi solucanlarla mı besleniyorsun?

Yoksa insanlar gibi ayırt etmeden her şeyi yiyor musun?

Fark ettin mi, insanlar ayırt etmiyor eti, otu, leşi, solucanı, sebzeyi. Bu yüzden çok renkli insanlığımız (!). Gurur duyuyoruz avlarımızdan. Tüm yediklerimize bir de insan eti ekledik, uzun bir zamandır. Tabii, dijital GB dolu içeriklerle beslenen insanlar da var.

Zorba, Nikos Kazancakis’e bir hayretini anlatıyordu: “Patron, bu insanoğlu ne kadar acayip. Domates, peynir ekmek yiyor; gözyaşı, ter, çocuk, düşünce olarak çıkarıyor” demişti. Belki bu yüzden insan beslendiklerine benzer; insan, ne yediyse, neyle besleniyorsa odur, demişlerdir.

Kimileri dua ile, kimileri rüya ile, kimileri bir hayal ile, kimileri yalan ile, kimileri sözcüklerle beslenir.

Kimileri yalnızlıkla, kimileri kalabalıkla, kimileri kirpi gibi dikenli olup sarıla sarmalana yaşamak isterler.

Kimileri kitapla, kimileri muhabbetle, kimileri ona yalan söyleyecek bir efendi ile, kimileri onu kandıracak, susturacak bir aşkla, kimileri iltifatla, kimileri onu yaşarken öldürecek olanla beslenir.

Kimileri gönüllüdür besin olmaya; yeter ki bir şekilde görsün insanlar: İster tabakta, ister vitrinde, ister yatakta, ister bir gurubun içerisinde özne değil nesne olarak. Beslenme biçimleri belgesellerde olduğu gibidir işte: et, kan, açlık.

Ama sen neyin açlığını duyuyorsan ona aitsin. Osun. Neyin açlığını? Tarifi mümkün olan bir şeyin açlığını duyanlar asla doymazlarmış.

Kimileri beslenmek için hiçbir şey bulamazken, kimileri beslenecekleri ne varsa israf ederler; sevgi, inanç, güven, arkadaşlık, yoldaşlık… Besin israfı bir tür bulaşıcı hastalıktır. Her israftan sonra insanlar sokağın köşesini döndüklerinde cennet nimetleri gibi aşk, dostluk, arkadaşlık, iyi bir dünya bulacaklarını zannederler. Oysa, her adım ölüme, bitişe, sona, tükenişe doğru gider. Miadı, sonu olan bir ömrü besin olarak kullandığını bilenler… Onlar ne yapar, anlamak isterdim.

Dışarıda rüzgâr var. İnsana benzeyen, hissedilen, dokunan, umut veren ama gelip-geçici olan. Yağmur gibi doyurucu değil ama tohumları taşıyor. Beslemiyor ama besinlerin tohumlarını atıyor. İzini bile bırakmıyor. Yüz yıl önce ölmüş bir insanın izinin silindiği dünyada… Hatta, dün ölen bir insanın bile izleri kurumaya başlayan bu dünyada en çok rüzgâra benziyoruz. Bizi besleyen ne varsa rüzgâr onu götürecek. Götürüyor.

İnsan, en çok da kendisine ihanet ediyor. Vücuduna, ruhuna, canına zararı olan ne varsa besin olarak kullanabiliyor. İhanetle, acıyla, hainlikle, kullanmayla, kabalıkla beslenen bir tür; insanoğlu. Oysa iyilikle beslendiğinde rüzgâr muhteşem tohumlar taşıyacak. Dijital bir çöplükten beslenenler bile insan fıtratına aykırı beslenenler kadar zarar vermiyor hayata.

Kötülükle ve başkalarının hikâyeleriyle beslenenlerin yeni insana verebileceği derin ve kalıcı ve ölümsüz bir şey yok. Ve kendilerini güya başkalarının yanlışlarına göre konumlandırıp, başkalarının hikâyeleriyle beslenenlerin size verecek bir şeyi yok. Başkasını yağmalayarak kendine elbise biçen insanlık dilencileri… Evet, onlar insan yiyerek beslenirler. Neyse, kendi kimliği olmayan ve midesi iyice şişmiş olanları fazla onore ettik. Biraz da güzel olan, daimî olan, iyi olandan bahsedelim; nasıl olsa düşmanlıkla var olabilenler tükenmeyecek âlemde.