Mensubu olduğumuz medeniyet havzasında Hıristiyan, Musevî, Süryanî, Ezidî, Rum, Ermeni, Çerkez ve Kürtler hem mecazi hem de gerçek anlamda ortak bir dil bulabildiler. Bin yılı aşkın bir süre de birlikte yaşadılar. Bu yaşama tarihi süresince birbirleriyle iletişim kurdular, kültür alışverişinde bulundular, birbirlerinin dillerinden kelime aldılar, kültürel benzeşmeler yaşadılar. Anlaşamadıkları meselelerde de tartışabildiler.

Farklı etnisitelere mensup Müslümanlar, din dili olarak Arapçayı kullanırken, Farsça ve Türkçeyi kültür ve devletin resmi dili olarak kullandılar. Hatta Selçuk Devleti ve uzantıları Farsçayı devletin resmî dili olarak kullanmaktan ve Türkçe-Kürtçe konuşan toplulukların dini terimlerinin önemli bir kısmını Farsçadan almalarından rahatsız olmadılar. Bu durum dini kavramların Mezopotamya ve Anadolu'da ortak bir kültürün oluşmasına da katkı sağladı.  

Romalılaştırılan Hristiyanlık Avrupa'da farklı krallıklarda ve kesimlerde aldığı yeni biçimlerle mezhepleri dinleştirirken; Müslüman dünya, mezhep ve farklı kültürel inanç gruplarını -küçük bir azınlık dışında-dinlerinin alt kimlik kurumları olarak tanımlamayı başardı. Aralarındaki mezhep savaşları, Avrupa'daki din savaşlarından daha kısa ve azdı. Bunun Arapça, Farsça ve Türkçenin doğru mecralarda ve çatışmaya gerek duyulmaksızın, dili kutsamadan kullanmaktan kaynaklandığını düşünüyorum. Müslümanlar, millet olma şuurunu İbrahimî gelenek üzerinden tarif ederek birlik kalmayı başardılar. Müslüman dünya -Hint, Orta Asya, Afrika, Anadolu, Balkanlar ve İber Yarımadası’nda (İspanya)- Arapçayı din ve hukuk, ticaret ve ilim dili olarak kullanırken; Farsça ve Türkçe kültürün, edebiyatın, söylencelerin ve iletişimin dili olarak toplumun ihtiyaçlarını karşılıyor ve çatışma gerekçesi olmuyordu.

Osmanlı Devleti, dilin bütün öteki şeylerden daha fazla iktidara eşlik edeceğinin şuurundaydı. Türkçeyi devletin resmi dili olarak kabul ettiğinde bile sınırları içerisindeki insanların dillerine ve dinlerine müdahale etmedi. Osmanlı Türkçesi dil milliyetçiliğine kapanmadan farklı dillerden aldığı ve yeni bir terkiple ürettiği kelimelerle kendi mecrasında gelişerek büyük bir coğrafyanın kültür ve iletişim dili oldu. Fuzûlî yaşadığı çağda üç dilde eser verirken hiç kimse tarafından yadırganmadı. Rum ve Ermeni teba Türk sanat musikisinde ve mimaride zirve eserler ortaya koydukları için övgüye mazhar oldular.

Fransız İhtilali yeni bir dünya tarif etti. Önce Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisinde yaşayan Hıristiyan ve farklı dil kullanan azınlıklar bu ayrışmanın ateşini tutuşturdular. Araplar Batı tesiriyle bu ayrıştırıcı ve ötekileştirici fırtınadan yararlanmayı umarken bölük pörçük devletçikler ve dillerini bile konuşamayan sömürge ülkeler oluverdiler. Osmanlının on dokuzuncu asrından itibaren yükselen etnik aidiyet ve dil milliyetçiliği kültürel ayrışmaların pimini çekti. Özellikle öğrenciliği sırasında Panslavist dayatmalardan rahatsız olan Gaspıralı İsmail’in “Dilde, fikirde, işte birlik” olarak özetlenen fikri girişimleri ve İstanbul’da verdiği bir konferansta kullandığı ayrıştırıcı dilden dolayı orada bulunan Kürt gençlerin dil merkezli ilk Kürtçü hareketi başlatmaları yeni bir ayrışmanın başlangıcı olmuştur. Tahrik, ayrıştırma ve ötekileştirmeden yararlanan yok. Bir asır sonra Osmanlı Devleti’nin egemenlik alanında hala din, dil, mezhep ve etnik aidiyetler üzerinden çatışmalar ve savaşlar devam ediyor. Yeni bir başlangıç gerekiyor; en azından Türkiye için ‘Türkiye Yüzyılı’nda bunu başarmalıyız. Ancak ‘Türkiye Yüzyılı’ deklarasyonunda dil ve ortak kültür başlığının olmamasını önemli bir eksiklik olarak gördüğümü söylemeliyim.

Din, dil, mezhep, meşrep, etnik aidiyet hastalığından uzaklaşmak gerek. Türkiyeli olma şuurunu bu kavramların tamamından uzaklaştırarak ortak coğrafyanın ortak yaşama alanı olduğunu kabul eden bir aidiyet inşa etmek gerek. Türkiye kavramını etnik aidiyetle sınırlama çabası bu topraklara, bu toprağı vatan bilenlere, bu toprak için Çanakkale, Sakarya, Dumlupınar, Antep, Maraş, Sarıkamış ve diğer cephelerde şehit olanlara haksızlıktır. Anadolu, ‘İbrahim Milleti’ şuurunun inşa ettiği büyük medeniyetin bir parçasıdır ve öyle kalması için Cumhuriyetin yeni yüzyılı bir fırsata olarak görülmeli ve yeni bir anlayışla ilk adımı atmalıyız.

Bereketli Hilal olarak tarif edilen coğrafî bölgeden hareketle, Mezopotamya, Anadolu Medeniyetleri ve Selçuk birikimiyle harmanlanan, Roma-Bizans mirasından devşirilen Osmanlı bakiyesi medeniyet ve kültürlerin katkı ve etkileriyle zenginleşen Türkiye geleceğin tayin edici, ufuk belirleyici gücü olacaksa evrensel bir anlayışı kendi değerler hiyerarşisi içinde belirlemekle yükümlüdür. Ortak kültürümüzü daha derin ve daha gerçekçi bir biçimde anlamanın yolu, tevarüs ettiğimiz büyük birikimin idrakinde olmaktır.

Ait olduğumuz büyük gelenekle irtibatımızı koparan, ‘kütüphanelerimizi tuğla’ yığını ile eş kılan anlayışı terkle yeni bir eğitim ve dil-alfabe anlayışı geliştirmeye ihtiyacımız var. Dil ve tarih şuuru olmayan bir neslin aidiyet probleminin olması kaçınılmazdır. Ortaokuldan başlayarak çocuklarımıza Osmanlı Türkçesini ve komşu ülkelerden birinin dilini öğreterek işe başlamalıyız. İlerleyen yıllarda da ihtiyaçlar doğrultusunda iyi bir yabancı dil öğrenmelerine fırsat tanımalıyız. Farklı dil öğrenmede ortak inanç, medeniyet ve kültür dili olarak Arapçanın öncelenmesini tercih ettiğimi belirtmek isterim. Osmanlı Türkçesi ve Arapça, millî kütüphanelerimize bir turist gibi girip çıkmamıza son verecek bir ilk adım olacaktır.