Danimarkalı siyasetçi Rasmus Paludan, geçtiğimiz hafta İsveç’te Türk Büyükelçiliği önünde Kur’an-ı Kerim’i yakma hadsizliğinde bulunmuştu.

Bunun üzerine Müslüman Türkler ve Türkiye siyaseti gereken cevabı verdi.

Konu burada bitmedi, iki yeni gelişme daha var.

Aynı ahlak ve şeref yoksunu yaratık, bu defa da Danimarka’da aynı adiliği gerçekleştirdi. Yine polis korumasında, yine resmi mercilerden izin alarak…

İkinci yeni gelişme ise şöyle; Olay, İsrail Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasıyla açığa çıktı.

Bir İsveçli vatandaş, İsveç'in başkenti Stockholm'deki İsrail Büyükelçiliği önünde Tevrat yakmayı planladı fakat eylem polis engeline takıldı ve İsveç resmi mercileri Tevrat’ın yakılmasına izin verMEdi.

BATI’NIN İKİYÜZLÜLÜĞÜ

Hiçbir Müslüman Tevrat ya da İncil’in yakılmasını istemez. Çünkü Müslüman olmanın gereğidir, dört kitaba iman etmek. Fakat Batının çifte standardını ve ikiyüzlülüğünü açık ve net biçimde görmek bakımından bu girişim, isabet olmuş.

Geçtiğimiz hafta, “ifade özgürlüğüdür” diyerek Kur’an’ın yakılmasına izin veren İsveç makamları Tevrat’ın yakılmasını engelledi. Bunu not ettik, asla unutmayacağız.

Soru: Yahudiler imtiyazlı bir grup mu? Müslümanlarınki inanç değil mi?

İSLAMOFOBİ DEĞİL ANTİ-İSLAMİZM

Mesela Batı’nın düşmansız yani ötekisiz yaşayamaması ile alakalı.

Her şey soğuk savaşın bitmesiyle başladı.

1991 Sovyetler Birliği’nin (SSCB) dağılması ile birlikte Batı’nın yeni düşmanı kızıldan yeşile dönmüştür. Yeşil güç yani İslam, dünyaya yeni bir alternatif sistem sunma potansiyeli taşıması nedeniyle Batı’nın ilan edilmemiş düşmanıdır.

ABD’de 11 Eylül 2001’de ikiz kulelere yapılan şaibeli saldırıyla birlikte bu örtük ve tek taraflı olan savaş; ete kemiğe bürünmüştür.

O tarihten bu yana Müslümanları ötekileştirme, düşmanlaştırma, aşağılama ve itibar suikastı yapmak bakımından sinsi bir politika gütmekteler.

Batı ideolojisi kendisini barış yanlısı, Müslümanları ise terörist ve saldırgan olarak sundu. Nerede? Öncelikle kitlesel medyada yapılan algı çalışmalarıyla. Sonrasında Hollywood sinemasıyla “kötü, agresif ve terörist Müslüman” imajını güçlendirdi. Tüm filmlerde kötü karakter; sakallı, çirkin ve Müslüman adı taşımaktaydı. Ardından son hamle; DEAŞ gibi örgütler üzerinden gerçekleştirildi. “Kafa kesen Müslüman” fotoğrafı akıllara kazındı. İslam eşittir terör dini veya tüm Müslümanlar, teröristtir gibi bir algı çalışması hedeflendi. “İslam, karanlık bir ideolojidir ve Müslümanlarsa bu tehlikeli ideolojiden beslenen güruhlardır…” mesajı verildi.

Günlük hayatta hortlayan İslam düşmanlığına bakılırsa Batı dünyası için büyük oranda başarılmış bir projedir. Bir örnek; genç kızlar sırf başörtüsünden kaynaklı memuriyete alınmıyor ve yetkililer sözel olarak da bunu açıkça ifade ediyorlar. Bu meyanda Avrupa’da yaşayan onlarca genç kızın mesajları e-postamda yer alıyor.

Batı bir taraftan tasarlanmış bir Müslüman imajı oluştururken, diğer taraftan da yükselen İslam karşıtlığını da tanımlamaya koyuldu.

Olgunun tohumlarını eken de olguyu tanımlayan da kendisi.

Avrupalı beyaz adam kibri işte böyle bir şey. “Sınırları, hakları ve özgürlükleri ben tanımlarım” diyor. Bu tanımlama üstünlüğü nereden geliyor acaba?

BU TANIMLAMAYI KABUL ETMİYORUZ!

Müslümanlar bu süreçte tamamen edilgen pozisyonda. Özne; Batılı güçler.

Kendinizi tanımlamazsınız, tanımlanırsınız.

Peki olguyu nasıl tanımladılar? İslamofobi kavramıyla. Bakalım bu kavram ne demek ve nasıl ortaya çıktı? Yaşanan olgu en doğru şekilde nasıl tanımlanmalı?

Müslümanlar, Batı sözde uygarlığının ayakta kalabilmesi için düşman ilan edildikten sonra, medya, sinema ve terör örgütleri üzerinden şeytanlaştırılmasının ardından Batılı bireylerde oluşan “korku ve öfke” temel alındı.

“Korku ve öfke” kilit iki kelime. Kabul edelim müthiş bir masa başı fikir işçiliği söz konusu.

İslamofobi kavramının nerede, kim tarafından ve hangi amaç ile ortaya atıldığı kesin olarak bilinmiyor. Bununla birlikte 1920’lerde daha sonra 1970’lerde Fransızca bazı eserlerde “İslamophobie” sözcüğünün kullanıldığı bilinmekte. İslamofobi, resmî olarak ilk defa 1997 yılında Birleşik Krallık’ta Runnymede Raporu’nda tanımlandı. Bu tanıma göre İslamofobi; “İslam’a ve Müslümanlara karşı olumsuz ve aşağılayıcı düşünce ve inançlar atfeden nefret ve düşmanlık” anlamına gelmektedir (Runnymede, 1997).

Batı’daki yaşanan olaylara baktığımız zaman güncel gelişmeler sonucu verilen tepkinin ötesinde, ötekileştirmenin tarihsel kökenlerinin de olduğu görmekteyiz. Yani köklü, sistemli ve basmakalıp yargılardan oluşan sofistike bir anlayış biçimi ve pratiği ile karşı karşıyayız.

İslam karşıtı propagandanın kilise tarafından da yapıldığı ve erken yakın çağda “Türk tehlikesi” (Türkfobi)’nin okul kitapları ve medya aracılığı ile yeni kuşaklara aktarıldığı aşikârdır.

Yani, yeni “kafa kesen Müslüman” imajı, eski “Barbar Türk” imajının üstüne eklemlendirilmiştir.

Ve yapılan bilinçli propagandanın sonucu olarak ortaya çıkan suç içerikli eylemlere de İslamofobi demişlerdir.

Bir STK, bir dergide rapor yayınlamış ve olmuş. Öyle mi?

İşte bunu kabullenmiyoruz! Yaşanan şey bir fobi değil, kasıtlı nefret suçu ve düşmanlıktır.

Önce terminolojiyi değiştirmeli ve olguyu kendimiz tanımlamalıyız.

Yaşanan şey İslamofobi değil, “İslam karşıtlığı”dır. İslam karşıtlığı kapsamında eylem ortaya koyan, suç işlemiş sayılmalı ve ceza almalıdır.

Türkiye’deki düşünce kuruluşları, İslam İşbirliği Teşkilatı’na, bir teklif götürebilir.

Kavramı, kavramın kapsamını, sonuçlarını, çerçevesini belirler ve bunu tüm dünyaya ilan eder. Sonrasında kavramın kullanımı, İslam dünyasındaki akademi, medya ve siyasetinde hayata geçirilir ve kavramın hukuktaki pratiği ortaya konur.

Bu süreç İslam coğrafyasında ilerlerken aynı zamanda konu BM’ye de iletilmeli, o mecralarda da bu kavramın mücadelesi verilmelidir.

Sonuç almak ancak bu şekilde olur.