Yazar olmak kalemin ve kelamın onuruna saygı ile başlar.

İyi bir yazar olmanın birinci ve biricik şartı iyi bir okur olmaktır. Okumayı bilmiyorsanız, rehber bir yazarınız yoksa yazar olamazsınız. Bir mecra, bir mekân ve bir patika bulamamışsanız da yazar olamazsınız. İyi okur kimi, neyi, niçin, neye nispetle okuduğunun şuurunda olmak zorundadır. Önce zihin dünyasının bir yön bulması için okumak gerek. Yönünü, kıblesini bulmak için neyi okuduğunun idrakinde olarak iradesini kullanacak, okur. Hangi dünyanın sesine kulak kabartmak gerektiğini bilmeden okumak yorgunluktan öte bir şey söylemez. Yolundan emin olduktan sonra kimi neye nispetle-kıyasla eleştirel bir okumaya tabi tuttuğunun farkında olacak. Bu ana erdiğinde yatay ve dikey çapraz okuma eylemi başlamalı.

Okuma çeşitlendikçe tecessüs ve merak artarak devam edecek. Yeni sorular sorulacak ve cevaplar aranacak. Din, felsefe, tarih ve siyasî tarih metinleri kurcalanacak. Muhakeme kapasitesi arttıkça muhayyile yeni çağrışımlara, soru ve cevaplara yönelecek. Muhakeme ve eleştirel bakışlar bir defterde not, cümle ve mısra olarak yerini almaya başlayacak. Yazarlık serüveni kalem ve kelamla kâğıda düştüğünde zihinde sancılar, sorumluluk sancıları başlamıştır. 

Bütün bunlar olmaksızın yazar olunur mu? Yazarlık kabiliyetini göz ardı etmeksizin okumanın mutlak gerekliliğine, yaşanan coğrafyanın değerler hiyerarşisini bilmeye, ait olunan kültür ve medeniyet havzası bilgisine, tarih ve dinî aidiyetlerin mutlaka bilinmesi gerektiğine inananlardanım. Müslüman bir coğrafyada yaşıyor ve yazıyorsanız, camide balkon olmadığı bilgisine sahip olmanız gerek. Absürt bir ifade ile çan kulesinde ezan okunmaz bilgisinden de emin olmalısınız.

Dünya edebiyatının tüm öncü isimleri dinî bir inanca sahip olmasalar bile o bilgiyi haiz yazarlardır. Kendilerini varoluşçu (eksistansiyalist), ateist, deist, dinsiz veya dindar olarak tanımlayan her bir öncü yazar tartışmasız genel bir dinî bilgiye sahiptir ve eserlerinde başarıyla kullanmışlardır. Kıta Avrupa’sında Kitab-ı Mukaddes'i okuyup anlamadan şair, yazar ve düşünce insanına tesadüf etme imkânı yoktur.

Yazar için önemli bir diğer ölçü üslûp sahibi olmaktır. İster şair olsun ister hikâyeci, isterse deneme ve eleştiri yazarı olsun; yazarı, yazı yazandan ayrıştıran şey üslûptur. Üslûp yazarı öteki yazarlardan ayrıştıran en belirgin vasıfların başında gelir. Bu hususta Cemil Meriç’in şu değerlendirmesi ufuk açıcı olabilir. “Tanpınar'a gelince tefekkür kazanında yeni bir terkip yapmaya çalışan ve satıhtaki köpükleri boyuna üfleyen daha sabırlı, daha geniş nefesli, daha az parlak, fakat çok daha metin bir üslupçu. İsmail Habip Doğu, Tanpınar Batılaşmış Doğu. Cümleler çok defa düşünce bayırını güçlükle tırmanıyor. Yazar kendi kendini tamamlamaya, düzeltmeye, malzemeyi yeniden kazana atmaya, madeni tekrar eritmeye, hülasa realiteyi bütünü ile kucaklamaya, bütünü ile şekillendirmeye namuslu bir gayret harcıyor. Söyledikleri ile sarhoş olmuyor. İsmail Habip gibi vaiz değil. İsmail Habip düşünmez, şarkı söyler. Tanpınar düşünmeye çalışıyor. Yankıları nerede? Yankıları yok, çünkü̈ o dili anlayan kalmadı. O dili değil, dili. Sanırım ki bütün derbederliğine, bütün eklektikliğine, bütün acemiliklerine rağmen Ahmet Hamdi son edebiyat tarihçimizdir. Adnan Berk'lerin iliksiz kemikten daha iğrenç, şişe kırıklarından daha dilsiz sözcükleriyle küfür bile edilmez.”

Yazmak ve yazdığına imzasını atmak başlı başına büyük bir sorumluluktur. Tarih boyunca iyilik-kötülük, hayır-şer, fesat, idrak, basiret, düşünme vb. biçimleri ve eylemi insanlar arasında yazıyla yayılmış ve delil olarak kullanılmıştır. Birilerinin artıklarını derleyerek, çoğaltarak, intihal yoluyla esere eklemleyerek yapılan yayınlar, güncel medyada köpürtülerek meşhur ve popüler bir objeye dönüştürülebilir. Çok satabilir. Bu çok satış ve meşhuriyet, kitap formundaki o yayını meşru ve yazanı sorumluluktan masun kılmaz. 

Bir edebiyat çetesinin veya sermaye grubunun dergilerine yaslanarak köpürtülen ve kitapları yayımlanan dili kullanmaktan aciz, dilin çağrışımlarının farkında olmayan ve cinselliği bütün çıplaklığıyla metinlerine serpiştirerek parlatılan zamanlardayız. Kötü ve kötücül, üslupsuz yazarların inşa ettiği kitap yığınları, kıymetli metinlerin görünür olmalarını engelleyen birer örtüye dönüştü. Çıkardıkları gürültü, naif sesleri sükûta mahkûm etmiş. Çok yazmak ve gürültü çıkarmak esere, ömrü mevsime varmayan ağustos böceği ömrü kazandırıyor. Çok yazmak, öncüleri yok saymak, sosyal medyada kitap görünümlü emtia ile poz vermek düşünce dünyamıza, kültür hayatımıza anlamlı bir tuğla koymuyor. Yaşarken basılı bir kitabı bulunmayan Yahya Kemal'in kitabıyla çekilmiş bir fotoğrafı yok. Yaşadığı zamanlarda “sükût suikastı”na maruz kalan Tanpınar’ın hâlâ ciddi bir okuyucusu var. Metinleriyle Çin Seddi kadar kavi kaleler inşa eden Cemil Meriç eserini yayımlayacak yayınevi bulamıyordu. Bir neslin öncü kalemi Sezai Karakoç vefat ettiğinde küçücük bir ev edinebilmişti.

Sosyal medya profillerine “yazar ve şair” yazarak ortalıkta gezen bu kadar insana rağmen edebiyat, düşünce ve siyasî çevre kısır bir döngü içinde can çekişmektedir. Akademik çevreler analiz yerine aktarma ile meşgul. Meşhurların olduğu bir çağda meşru ve kavi metinlere olan ihtiyaç, her dem artmaya devam ediyor.