Dini tek cümleyle tanımlamak gerekseydi, Peygamberimizin (sav) ifadesiyle “İslam güzel ahlaktır” derdik. Oysa gün geçmiyor ki, dini kimlik, söylem ve duruşlarıyla örnek olduğunu sandığımız pek çok kişinin ağır ahlaki zaafları ortaya çıkmasın. Bir tarikat şeyhinin 12 yaşındaki kız çocuğuna yaptığı cinsel taciz günlerdir konuşuluyor. Tarikat ya da cemaat yurtlarında, merdiven altı tekkelerde yaşandığı öne sürülen taciz, istismar vakaları haber bültenlerinde başköşede yer alıyor. Ne yapmalıyız peki?

GÖZLERİMİZİ KAPATINCA YOK OLMUYORLAR

Sürekli dine ve dindarlara kin kusan“basında” ya da böylesi “siyasetçilerin” dilinde bu haberler abartılarak yer alıyor diye, insanın midesini bulandıran bu istismarları görmezden mi geleceğiz? Dindar kitleleri, her hangi bir “dini ölçüyle kendini sınırlandırmayan” seküler kitlelerle mukayese edip: “Bak onlarda da böyle vakalar oluyor, hemen unutuluyor. Bizim kesimde bir yanlışlık olunca bunu bahane edip dinimize saldırıyorlar” diyerek üstümüze yapışan kirleri örtecek miyiz?

İnsan kendini İslami kimlikle tanıtıyorsa, bunu kılık-kıyafetiyle, duruşuyla ve söylemleriyle ortaya koyuyorsa bir “iddia” sahibidir. Öyleyse bir iddiası olmayanların yaptığı yanlışları, kendi hatasını örtmek için bahane olarak kullanabilir mi? Elbette hiçbirimiz melek değiliz. Fakat “fıkıh” yani “hukuk” zaten sınırları belirlemek ve haddi aşanlara müeyyide uygulamak için var.

Sorun şu ki, 13. asırdan bu yana “İslam’ın mesajını”, Müslüman devletlerden çok daha önce, cehalet içindeki toplumlara ulaştıran, insanlara güzel ahlak ve erdemi aşılayan tasavvufi tarikatların içinde, nefsine yenik düşen böylesi “ahlak fukaraları” şeyhlik makamına nasıl ulaşır?

Paraya, dünyevi zevklere tamah etmeyen; “bir lokma bir hırka”yı hayatlarının merkezine koyan mücahit dervişlerin yolu, nasıl oldu da bu kadar kirletilebildi? Bu soruyu hepimiz başta kendimiz olmak üzere, cemaatlerimize, tarikatlarımıza sormalı değil miyiz?

O DERVİŞLER NEREDE?

Devlet kuran ahilere, alperenlere; daha ordu yola düşmeden Balkanları ihya eden Sarı Saltuklara; düşmana göz açtırmayan Senusilere ne kadar benziyoruz? Hatalara, kusurlara bakıp, hikmet ve irfan mektebine sırtını dönmekle; nefis tezkiyesinde yolda tökezleyen şeyh efendilere laf söyletmemek için her türlü aşırılığı “tasavvuf” adına kabullenmek aynı şekilde büyük bir hata değil mi?

Önce tüm bu istismarlara kapı aralayan çarpık din anlayışını “ıslah” etmemiz gerekmez mi? İnsanın yaratılmışların en şereflisi olduğunu savunan ve köleliği kaldırmayı gaye edinen bir dinin mensupları, asırlar sonra cariye pazarı kurup, savaşta hiçbir günahı olmayan gencecik kızları haraç-mezat nasıl satar? DEAŞ’ın yaptığı bu çirkinliği hepimiz utanç ve nefretle kınıyoruz. Peki onlar bunu neye dayanarak yaptılar, hiç düşündünüz mü?

Osmanlı ulemasının büyüklerinden İmam Birgivi, aşırılığa kaçan yaklaşımları ıslah etmek için hepimizin evlerinde olan “Tarikat-ı Muhammediye”yi yazmıştı. Fakat onun talebelerinin kurduğu Kadızadeliler, bu işi o kadar ileri götürdüler ki, “kaşık kullanmayı, don giymeyi” dahi bid’at saydılar; tekkeleri basıp mürşidleri dövdüler. Devleti ele geçirmeye çalıştılar. Günümüzdeki tekfirciliğe benzer bir “dinsel anarşizmin”yolunu açtılar.

Bunlar ne kadar yanlış ise, her önüne gelenin tekke kurup, şeyhlik makamına oturması; tarikatların bir gönül kapısı olmaktan çıkartılıp, para kazanılan bir rant kapısına dönüşmesi de o kadar yanlış.

Öyleyse ne yapmalı?

Osmanlı bunun çözümünü Şeyhülislamlık bünyesinde “Meclis-i Meşayih” adında bir kontrol mekanizması kurarak çözmüştü. Mevlevi şeyhi Osman Selahaddin Dede’nin başkanlığında 1866’da kurulan bu mecliste Nakşibendilik, Kadirilik gibi altı büyük tarikatın şeyhi görev yapıyor ve tüm tekkelerin şeyhlerinin atanması, denetlenmesi bu kurum eliyle gerçekleşiyordu. Başıboşluk bu şekilde düzeltilmeye çalışılmıştı. Şimdi Diyanet riyasetinde günümüze uygun çözüm yolları bulunabilir.

İslam’ı kendi nefsani arzularının bir aracı olarak kullananları bu yolla durdurabilir miyiz, bilmiyorum. Fakat, yine de iyi bir başlangıç olabilir.