Doğu Akdeniz’de meydana gelen gelişmeler yakından takip edildiğinde, meselenin çok yönlü ve çok aktörlü bir sorun olduğu görülür. Öncelikle, aktör düzeyinde yalnızca Türkiye ve Yunanistan yoktur. Kurumsal düzeyde Avrupa Birliği ve NATO’nun yanı sıra Almanya, İtalya, Fransa, ABD, Rusya ve İngiltere başta olmak üzere birçok aktör, kurulan satranç tahtasında önemli birer oyuncu olarak göze çarpmaktadır.

Ayrıca takdim edilmeye çalışıldığı üzere tüm bu aktörler, kayıtsız şartsız Türkiye’nin karşısında ya da Yunanistan’ın yanında durmamaktadır. Yazıda adı geçen ülkelerin Doğu Akdeniz’deki menfaatleri ciddi şekilde çatışmaktadır. Örneğin İngiltere, Almanya ve İtalya, Fransa’nın Akdeniz’de tüm kartları kendi elinde toplama çabasını, diplomatik ve ticari açıdan çok sakıncalı bir adım olarak değerlendirmektedir. Benzer şekilde örgütsel bağlamda da hem NATO hem de Avrupa Birliği, Fransa ve Yunanistan’ın her iki birliğin değer ve ilkelerine aykırı davranışlarını jeopolitik risklerin giderek arttığı bir dönemde telafisi güç tutumlar olarak nitelendirmektedir.

Bu nedenle Avrupa Birliği ve NATO, Fransa ve Yunanistan’ın Türkiye’ye yönelik caydırıcı düzeyi yüksek yaptırım kararları alınması önerisine sıcak bir yaklaşım içinde bulunmadı. Nitekim Alman Şansölyesi Merkel ve NATO Genel Sekreteri Stoltenberg gibi aklıselim yöneticiler, Doğu Akdeniz’deki gerilimin diplomasiye kapı aralayan askeri ve teknik müzakereler yoluyla aşılmasının en makul yol olduğunu görebildiler. Kaldı ki NATO ve Avrupa Birliği içindeki çoğu lider, askeri çatışma gibi en kötü olasılığın Doğu Akdeniz’deki krizi derinleştirmekten öte bir çözüm getirmeyeceği konusunda hemfikir.

Her ne kadar günümüzde Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler istenilen düzeyde seyretmese de ekonomik, siyasi ve güvenlik bakımdan AB ile Ankara’nın aynı havuzda olduğu çok açıktır. Bu yüzden AB’nin Türkiye’yi tamamen dışlaması ya da onu görmezden gelmesi imkânsıza yakın bir durumdur. Türkiye açısından da benzer bir vaziyet söz konusudur. Nitekim düzensiz göçler, enerji güvenliği, uluslararası ticaret ve lojistik, terörizm, kültürel ve sportif faaliyetler ve jeopolitik risklerin bertaraf edilmesi gibi geniş bir yelpazede, Türkiye ile AB arasında güçlü bir işbirliğinin bulunması kaçınılmazdır.

Koronavirüs salgınının küresel ölçekte ekonomik ve toplumsal etkileri göz önüne alındığında, devletlerin ve uluslararası örgütlerin çatışma alanlarından ziyade işbirliği sahalarına yoğunlaşmalarının ne derecede önemli bir gereklilik olduğu yeniden gün yüzüne çıkmıştır. Öyle ki kalkınma, güvenlik, çevre ve refah konularında Doğu Akdeniz ülkelerinin birbirlerine ne derecede bağımlı oldukları su götürmez bir hakikattir.

Doğu Akdeniz’de tarafların rızasına dayalı ortak işbirliği temelinde planlamalar üretilmedikçe askeri tehditlerin ve sıcak çatışma risklerinin devam edeceği bilinen bir gerçektir. Çok açık bir şekilde ifade edilmelidir ki Doğu Akdeniz çevresinde şimdiye kadar yapılan işbirliği denemeleri Samuel Huntington’un ileri sürdüğü “medeniyetler çatışması” düşüncesini boşa çıkaran bir yapı arz etmiştir.

Aslında bu vaziyet dünya barışına umut aşılamak adına tarihi bir fırsattır. Araplar, Yahudiler ve Yunanlılar arasında ortaya çıkan işbirliği zemininin, Türkleri de içine alacak şekilde genişletilmesi, dünya barışına ne denli bir psikolojik katkı sunacağını tahmin etmek güç değildir. Sonuç itibariyle, Türkiye yürüttüğü diplomasi faaliyetlerinde Doğu Akdeniz’de tüm sahildar ülkeleri bir araya getirecek bir işbirliğinin, sadece bölgede değil küresel çapta 11 Eylül Olayları’ndan günümüze uzanan Müslüman ülkeler ile Batılı toplumlar arasında görülen karşılıklı şüphe, korku ve kutuplaşma ortamının sonlandırılmasına ciddi derecede destek olacağını ve de yeni bir barış kültürünün yeniden Akdeniz’den doğabileceğini dillendirmeyi ihmal etmemelidir.