Dil bahsinde dikkate alınması gereken temel husus her bir kelimenin binlerce yıllık geçmişi bulunduğunu unutmamaktır. Bu vesileyle bir dil aynı zamanda o milletin tarihini, geleneklerini, inançlarını ve toplumsal yapısını içeren ipuçları ile doludur. Bugün bile insanlarımızın pek çoğu tarihten gelen özelliklerini soyadlarında, kullandıkları kelimelerde, yöresel tarım uygulamalarında vb. yaşatmaya devam ederler. Bu sebeple de kullanılan dil doğrudan coğrafyayla, inançlarla, geçim kaynaklarıyla ilgilidir.

Karadeniz bölgesinde kullanılan kimi kelimelerin İç Anadolu’da bilinmemesi veya Doğu bölgelerinde kullanılan kimi terimlerin Ege Bölgesi’nde bilinmemesi coğrafi şartlarla, tarımsal üretim şekilleri ve alışkanlıklarla alakalıdır. “Kuymak” kelimesi Karadeniz’de herkesin bildiği bir kelime iken diğer bölgelerde bilinmemesi veya “Arabaşı” kelimesini İç Anadolu’da herkes bilirken diğer bölgelerde bilinmemesi bunun örneklerindendir.

Türkçemiz 11. yüzyılda Anadolu’yu yurt edinmemizle birlikte yeni bir yola girmiştir. Orta Asya’nın farklı bölgelerinden gelen Oğuz boyları kullandıkları lehçeleri de Anadolu’ya taşıyarak dilde yeni bir bileşkenin ortaya çıkmasına vesile oldular. Büyük Selçuklunun Fars bölgesinde hâkimiyet kurması sebebiyle Türkçe, konuşma dili olarak kullanılmışken Farsça devlet ve kültür dili olarak varlığını korumuştur. Bu durum Türkçenin gelişimine de ket vurmuş görünüyor. Benzer şekilde Karahanlılar ve Samanilerde de devlet ve kültür dili Farsça olarak belirmiştir. Bu sebeple Türkçenin toparlanma evresi olarak adlandırabileceğimiz bu dönemde yazılan eserlerin ekserisi Farsça veya Arapçadır. Bu durum Türk hakanlarının yerleştikleri bu yeni topraklarda yaşayan halkla kaynaşmanın daha kolay sağlanması amacını taşıdıklarını da gösterir.

Günlük konuşma dili olarak Türkçeyi kullanan Oğuz boylarının yerleşim yerlerinden uzakta ve göçebe yaşamaları Farsçanın etkisinden uzak kalmalarını sağlamıştır. Selçuklu devlet adamları bu Oğuz boylarını Anadolu’ya aktarmakla da şimdiki kullandığımız dilin ve kültürümüzün Farslaşmasını engellemiştir. Nitekim kullanılan dil insanın karakteri haline gelir ve tüm benliğini dönüşüme uğratır. Henüz 8. asrın başlarında Orhun yazıtlarında Bilge Kağan’ın Çin kültürünün ve dilinin tesirinden uzak durulması gerektiğine dair vurgusu da bundan dolayıdır. Bunu hatırlatmasının sebebi de kendilerinden önce Çin’de hanedan kuran Türk kavimlerinin Çinlileşmesi ve asıllarını yitirmesiyle ilgilidir. Benzer şekilde Hunlar, Avarlar, Peçenekler, Kumanlar, Kıpçakların bir kısmı ile Bulgarlar da Avrupa’da yeni yerleştikleri bölgelerde önce dillerini sonra da öz benliklerini unutarak asimile olmuşlardır.

12. yüzyılda yaşamış iki büyük âlim ve dilbilimci Kaşgarlı Mahmud ile Fahreddin Mübarekşah eserlerinde Türkçenin o dönemde bile hâkim sultanların dili olması sebebiyle yaygınlaştığını, Hint kıtasında ve Fars bölgesindeki halkın Türkçe öğrenmeye çalıştıklarını haber vermektedir. Mübarekşah eserlerinde Arapça ile birlikte Türkçenin güzel ve heybetli bir dil olduğunu vurgulamıştır. Daha sonra Anadolu’ya yönelen Türk kavimlerinin yaşadığı dil karmaşası dönemin şairlerinden Âşık Paşa’nın şiirinde şöyle akis bulmuştur:

Türk diline kimesne bakmaz idi

Türklere her giz gönül akmaz idi

Türk dahi bilmez idi ol dilleri

İnce yolu ol ulu menzilleri

Âşık Paşa’nın bu şikâyetine rağmen Yunus Emre dâhiyane kudret ve yeteneğiyle Anadolu’yu baştanbaşa dolaşarak Türkçenin ortak kelimelerinde buluşmalarını sağlayarak milletimizin kuruluşunu kalıcı olarak tesis etmiştir. Yunus bir şiirinde bu durumu şöyle özetler:

Bu bizden önden gelenler ma’nâyı pinhân dediler

Ben anadan doğmuş gibi geldim ki uryân eyleyem

Türkçe yapısı itibariyle bir şiir dilidir. Çoklu heceye imkân sağlaması, sondan eklemeli olması, büyük ve küçük ses uyumu aranması gibi özellikleri Türkçenin esnek ve estetik bir dil olmasını sağlamıştır. Tarihinin çok uzun dönemlerini göçebe olarak yaşayan Türk kavimleri sürekli hareket halinde olmaları sebebiyle ritmik düzene sahip ses uyumuyla dikkat çeken az ve öz kelime ile çok şeyi anlatmayı sağlayan, kulağa hoş gelen bir dil oluşturmuşlardır.

Tüm diller içerisinde musiki yapısı Türkçe kadar gelişmiş başka bir dil bulmak zordur. Kopuz, ud, çeng, rebab, çetigen, miskal, tanbur, cura, balaban, kabak kemane, kaval, koray gibi birçok müzik aleti İslam öncesi tarihimizde musikinin dilde ne derece yer ettiğini gösterir. 9. yüzyıl Türk âlimlerinden Farabi’nin musiki üzerine yazdığı eserleri Orta Asya’da Türkçenin musiki ile yoğun ilişkisini gözler önüne serer. Türklerin ilk yazılı kaynakları Orhun yazıtları olsa da binlerce yıl öncesinden gelen sözlü geleneğin 13. ve 14. yüzyıldan itibaren yazıya geçirilmesi çok daha zengin bir kaynak ortaya çıkarmıştır. Bu sözlü gelenek ve şiir dilinin yaygınlaşarak kulaktan kulağa geçmesiyle bu zengin kültür atasözleriyle, şiirlerle, Oğuznamelerle, Korkutnamelerle, destanlarla, masallarla, efsanelerle, Battalnamelerle, Muhammediyelerle, Hz.Ali cenkleriyle günümüze kadar ulaşmıştır. İslam’ın Türk karakterine uygun yapısı ve geçmişten gelen gelenekleri tahkim etmeye imkân sağlaması da buna önemli katkı sağlamıştır.

Türkçenin kolay akılda kalan şiirsel yapısı ile musikisi bu kalıcılığın temel etkenleridir. İşte biz buna kısaca Türkçenin şiir dili diyoruz. Âşık Veysel, Neşet Ertaş, Âşık Mahzuni Şerif gibi isimler bu âşık/ozan geleneğinin günümüze kadar ulaşmış örnekleridir. Saydığımız bu isimlerin pek çoğunun herhangi bir eğitim almadıkları, okuma-yazmayı bilmedikleri halde Türkçenin ses yapısı itibariyle akılda kolay kalan türkülerle Yunus Emre’nin başlattığı Türkçenin imarı ve ihyasını günümüze kadar sürdürdükleri unutulmamalıdır. İsmet Özel’in tespitiyle söyleyecek olursak bugün itibariyle Türk milletini dünya sahnesinde temsil eden en sağlam kalesi Türk dili ve şiiridir. Bunu da Yunus Emre’ye ve ardından gelen Yunus yürekli Türkçe âşıklarına borçluyuz.