Geçen haftadan alarak…

Size yürüyorum demiştim. Zira “eylemin en müteal biçimi yürümektir. Aşktan sonra”

Yürüyüşüme, “kalkınma” kelimesi üzerinden devam etmek istiyorum. İktidardaki partinin isminde de geçen “kalkınma” idealinden. Tarihte mühim kalkınma örnekleri olmuştur. Buna, bizden Fatih dönemini örnek olarak verirsek, Batı’dan Floransa ve Mediciler öreğini verebiliriz. Çar Deli Petro’nun Rusya’da yaptıkları da buna dahildir. İngilizlerin Beyaz kraliçesi Elizabeth’in yaptıkları da. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ayrılan yönleri olmakla beraber, tarihteki büyük kalkınma örneklerinin ortak bir özelliği vardır. “Topyekün kalkınmak.” Bilim, teknik, fikir, zikir, sanat, ahlak, siyaset, iktisat. Varlığın bütün alanlarına dokunan ve hayatta neşvü nema bulmalarını sağlayan kalkınma örnekleridir bunlar. Hiçbir şeyi aç ve açıkta bırakmayan ilerleme biçimleridir. Sonuçlar istendik değişimler şeklinde olmasa da yola çıkış noktasında amaç, bir milleti bütün yönleriyle ilerletmektir. Bunu da ithal açılımlar üzerinden değil asli dinamikler üzerinden yapmaktır. Kalkınma ancak bu şekilde gelmiştir. Gerçek başarı burada gizlidir.

Buradan yola çıkarak size sorayım. Bugün kim diyebilir ki, Osmanlı, teknik ilerleme ve bilimsel açılım noktasında geri kaldığı için yıkılmıştır. Lale Devri’nden yıkılışına kadar Batı’nın ilerlemesini adım adım takip eden ve devamlı ithalat pozisyonunda olarak Batı’da ne varsa Osmanlı coğrafyasına getirerek ordusunu teçhiz, toplumunu da te’dip eden Osmanlı’nın bilimsel ve teknik ilerlemeyi yakalayamadığından kim bahsedebilir bugün. Sadece 2. Abdülhamid döneminde yapılanlar bu iddiayı çürütmeye kâfi. Nitekim Osmanlı, içeriden çürüdüğü için yıkılmıştır. Bu çürüme de kültür-sanat üzerinden gerçekleşmiştir. Kültürel anlamda yaşadığı dezenformasyon yıkmıştır Osmanlı’yı. Yoksa yeterli topa ve tüfeğe sahip olamaması değil. 2. Viyana bozgununa bakarsak anlamak zor olmaz sanırım. Sadece mehteranın çıkardığı sesin düşmanların yüreklerine korku saldığı tarihin en güçlü ordularından biri karşısında Viyanalıların aldıkları zafer, ne Kırım Hanı’nın ihaneti ne Merzifonlu’nun beceriksizliği ne de Leh’lerin Viyanalıların yardımına koşmasıyla izah edilemez. Bütün maddesel izahlar burada aciz kalır. Kalelerinin içinde getto hayatı süren Viyanalılar için bu zafer öyle büyük kabul edilir ki, Viyana’nın her yerinde Türk izini görürsünüz bugün. Bütün tarihlerini bize göre kurgulamışlardır nerdeyse. Zaferin değil ezikliğin nişanesi olan bu durum bile Osmanlı’nın gücünün ve o gücüne rağmen kaybedişinin alamet-i farikasıdır. Bu kayıp, bu mağlubiyet kesinlikle içten çürümenin neticesidir. Kültürel yozlaşmanın. Kendine yabancılaşmanın. Kendini kaybetmenin.

Bu çürüme, bu kayıp, bu yozlaşma bugün de devam ediyor. Ve ne tuhaftır ki, hâlâ meseleyi -kalkınma meselesini- doğru anlayamıyoruz. Hâlâ Japon modernleşmesini örnek alıyoruz. Hâlâ Kemalist devrimi(!) örnek alıyoruz. Hâlâ madde planında ilerlemeyi ideal edinerek ruh planında gerilemeyi hedefliyoruz. Eğitim-öğretim sisteminin, camilerin, ekranların, siyasetin gündemine bilimsel ve teknik ilerlemeyi oturtuyor ama kültür-sanat alanında yapmamız gerekenleri oturtamıyoruz. Bu konuda yapacağımız devrimlerden bahsedemiyoruz. Ağar sanayi hamlelerine benzer ağır sanat hamlelerinden dem vuramıyoruz.

Peki, bu durum bize nasıl bir tabanca sağlıyor? Bu durum bize kendimizi veriyor mu? Kendimizden yola çıkarak, dünyaya sulh bağışlayacak bir imkan sunuyor mu?

Başka türlü sorayım.

Dünyaya sulhu getirip burayı selam yurduna çevirecek olan teknik ilerleme midir? Bilimsel atraksiyonlar mıdır bizi cennete taşıyacak olan? Eğer öyle olsaydı Japonlar kültürel olarak ilerler ve bugün dünyayı daha güzel bir yere çevirmenin timsali olurlardı. Ama olmadılar. Kendileri bozulduğu gibi etraflarında farklı kültür ve dillere sahip milletleri asimile edip modernleştirmeye kalktılar. Onlar kendilerini kaybederken, geleneksel anlayışlarına göre yaptıkları Estamplar Avrupa’yı kasıp kavuruyor ve Pornografik/Naturalist resim anlayışından çıkış yapmalarına olanak sağlıyordu. Japonlar bilimsel ve teknik ilerlemekle meşgulken, biz, 1. Dünya Savaşı’nda Almanların teklif ettikleri kimyasal silahları dinen caiz olmadığı gerekçesiyle reddediyorduk. Dinin de içinde olduğu kültürel süreklilik adına bilim ve tekniğin getirilerini reddediyorduk. Bir ahlak abidesi olarak nefes alma serüvenimize altından bir imza atmaya çalışıyorduk.

Daha fazla dağılmadan toparlayalım.

Bizim asıl geri kaldığımız alan teknik, inşaat ya da silah teknolojileri değil. Asıl geri kaldığımız alan kültür ve sanat. Ama nerden ya da kimden geri kaldığımız? Batı’dan mı? Avrupa ya da Amerika’dan mı?

Asla!

Biz kendimizden geri kaldık. Kendi ilerleyişimize bir dur dedik. Kimse bizi durdurmadı. Biz kendimizi durdurduk. Ve hâlâ durduğumuz yerdeyiz. Bir gram ileri gitmiş değiliz. Bırakın ilerlemeyi kendimize bile dönemiyoruz bugün. Kaldığımız yerde bile değiliz. Kaldığımız yer, bugünkü Batı’nın çok çok ilerisindeydi. Hakikat medeniyetinin çocukları olarak vücuda getirdiğimiz eserler ve üstün bir eser olarak insan, bugünkü modern insanla kıyaslanamayacak kadar âlâ bir yerde duruyordu. Biz o insanı, onu âlâ yapan kültürel-ahlaki arka planı kaybettik. Döneceksek ona döneceğiz. İlerleyeceksek onunla ilerleyeceğiz. Yoksa Batı’nın argümanları üzerinden terakki masalıyla değil.

İşbu sebeple, ağır sanat hamlesine ihtiyacımız var. Batı’ya meydan okumak için değil, kendimize gelmek için. Kendimiz olmak için. Rafine ve inceliklerle dolu hakikat medeniyetine el, ayak olmak için. Bunu yaparsak şayet, Batı ellerini açıp sanat dilenir bizden. Kültür ihraç etmeye başlar. Egosunu kenara bırakıp içine düştüğü kültürel-ahlaki darboğazdan çıkmak için adım adım takip eder.

***

Son söz!

Dünyayı silah kurtarmayacak. Bilimsel ya da teknik ilerleme değil. Kültürel ilerleme kurtaracak. Sanat girecek damarlara ve hayat verecek. Hakikatin kanını pompalayacak kalbe. Kalpten tüm yeryüzüne.

“Ağır sanat hamlesi” I