Günümüzde uluslararası barış ve güvenliğin korunmasına dair sorumluluk, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne aittir. Böyle olmasına rağmen veto hakkına sahip beş daimi üye arasındaki ideolojik, iktisadi ve siyasi rekabet, dünya genelinde barış ve güvenliğin sağlanmasına ciddi bir engel teşkil ediyor. Hâlbuki temel beklenti, bu ülkelerin ulusal çıkarlarını bir kenara bırakıp, insanoğlunun menfaati için birlikte hareket etmeleriydi. Fakat tam tersi oldu.

1795’te kaleme aldığı “Ebedi Barış” isimli eserinde Immanuel Kant; ticaretin, devletlerin çıkarlarını birbirine bağladığından dolayı, savaşları azaltıcı bir etki yaratacağından bahseder. Kant’ın ortaya koyduğu liberal fikirler zaman içerisinde ciddi uluslararası veya bölgesel oluşumların ortaya çıkmasına katkı sağlamış olsa da uluslararası sistemi, hukukun üstünlüğünün değil, gücün dönüştürdüğü gerçeğini değiştiremedi. Çünkü zamanla savaş, barış, çatışma ve ticaret arasında karmaşık ve bir o kadar muğlak bir ilişki meydana geldi ve bu ilişkinin nerede başlayıp nerede bittiğini tespit etmek güçleşti.

Yapılan güncel araştırmalar, dünya savunma harcamalarının 2 trilyon dolara merdiven dayadığını söylüyor. Ülke bazındaki veriler incelendiğinde, Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin bu pazarın üçte ikisine hükmettiği görülüyor. Dünyanın barış ve güvenliğinden sorumlu üyeler ile silah ticaretinden aslan payını alan ülkelerin aynı olması tuhaf değil mi? Böyle bir denklemden barış mı çıkar yoksa savaş mı?

Yine istatistiksel verilerden, daimi üyelerin ve AB ülkelerinin en büyük silah pazarının Ortadoğu ülkeleri olduğu anlaşılıyor. Peki, bu ülkeler Ortadoğu’ya barış ve istikrarı bolca silah satarak mı getirmeyi düşünüyorlar? Yok, böyle değilse neden şimdi kapılarına dayanan milyonlarca mülteciden dert yanıyorlar? O sattıkları silahların savaşlara, savaşların da göçlere neden olacağını hiç mi hesaba katmadılar?

1,1 trilyon dolara ulaşan dünya ilaç pazarını da düşünecek olursak, insanoğlunun hastalıklardan ve savaşlardan korunmak için yıllık 3 trilyon dolar civarında para harcadığı ortaya çıkıyor. Ancak aynı insanoğlu, uluslararası hukukun ve adaletin gelişimine aynı bütçeyi ayıramıyor. Önemsemediğinden veya ihtiyaç duymadığından değil; savaş, barış, çatışma ve benzeri olaylar arasındaki kirli ilişkilerden bir türlü başını kaldıramadığından.

Benzer şekilde terörizm, uyuşturucu ticareti, silah ticareti, insan kaçakçılığı ve organ ticareti arasında ispatlanamayan ama bilinen bir ilişkinin varlığını tüm çevreler kabul etmektedir. Yalnızca ticari kaygı taşıyan bunlara bağlı lobilerin faaliyetlerini de denkleme dâhil ettiğimizde, barışa ve hukuka yönelik girişimlerin aşması gereken engellerin boyu dağları aşıyor.

Aynı zamanda barış ve çatışma arasındaki ilişkiyi, dünyadaki gelir dağılımı adaletsizliğiyle de birlikte düşünmek lazım. Dünyanın en zengin yüzde 1’lik kısmının toplam servetinin dünyanın geri kalan yüzde 99’unun servetinden büyük olduğu ekonomik bir tabloda, savaşların, salgın hastalıkların, kıtlıkların ve göçlerin nedenlerini sadece ve sadece cehalet, işsizlik, güvensizlik, hukuk, adalet ve demokrasi yoksunluğu gibi kavramlarda aramanın yeterli olmayacağı açıktır. Bunun aksine, hem iç hem de dış faktörleri beraber analiz etmek daha isabetli bir bakış açısı ortaya koyacaktır.