Hepimiz garip bir cinnet getiriyoruz.

Belki de sadece ben böyle düşünüyorum.

‘Korona’ isimli virüs, hâlâ bazılarını ürkütmüyorken; bu hâliyle salgın, yalnızca bana mı kendisinden daha “korkunç” görünüyor?

İnsanların rahatlığı ve mevsim şartları sayesinde pandemi yeniden hayatımızı teslim alıyor. Evlerde ‘televizyon ve cep telefonu ekranı’ kadar geniş bir dünyaya taşınıyoruz yine…

Yeni kısıtlamalar ve kısmî tedbirler ile günler tekrar birbirine o kadar benzeyecek ki; birkaç ay önceki gibi, insan her güne ayrı isim vermek ihtiyacı bile duymayacak.

Evde oturmaya o kadar alışacağız ki yeniden; sanki evden çıkınca, gerçek bir dünyada yaşamıyor, odaların dışındaki her yer, adeta aynı ve bütün insanlar birbirine benziyor gibi gelecek; ne acıklı değil mi?

* * *

Televizyondaki canlı yayın sonrası eve dönüş yolundayken fark ediyorum ki, ambulanslar birbirleri ile yarışıyor. Artık çok yorgun olan sağlıkçıların telaşını gösteren ‘hasta nakil’ trafiğinde sirenler birbirine karışıyor.

Yol önümde akarken, ambulanstaki hastaları düşünüyorum. Onlar için artık şartlar oldukça kaygı verici…

Naz yapacak, bir yudum su isteyecek, en sevdiği, emek verdiği hiç kimse de yok yanlarında… Tüm kasları ağrırken, kemikleri sızlarken acıyla, tanımadığı insanların çabasına muhtaçlar.

Bir arkadaşım söylemişti; “İnsanın saçının ucu ağrır mı, saçlarınızın ucu bile sanki ağrıyor; saç derisi, baş ağrısından bahsetmiyorum bile” diye…

‘İçeri hava girsin’ diye aralık bırakılmış ambulans camından birkaç saniye ile gördüğüm kadarıyla, yaşamak ile ölmek arasındaki bu hastaların üzerinde onlarca kilo yük var gibi, ellerini kaldırıp uzanacak hâlleri yok sanki.

Hastalığın en dramatik tarafı bana kalırsa; ambulansta, hastane odasında, yoğun bakımda veya ev karantinasındaki “yalnızlık” hissi…

Daha yaşarken toprağın altına giriyorsun adeta, öyle bir yalnızlık… Ambulanstaki sağlıkçılar, hasta odasına girip çıkan hemşireler ve yoğun bakımdaki doktorlar dışında kimseyi göremiyorsun.

İlaçların yan etkileri bir tarafa, ağır bir süreç de var elbette.

Nefesinizi tutarak kaç dakika durabilirsiniz ki?

“Nefes açlığının arttığı bu hastalık sürecinde, kalp bir soluğu dokulara taşımak için iki kat hız ile çarpıyor, yetmiyor” demişti bir doktor. “Sonra biz nefes alabilmesi için hastaya bir tüp takarız, soluk borusundan içeri” diye eklerken…

Arkamda bana doğru yaklaşan ve karşı şeritte tam ters istikamette giden ambulanstaki hastalar için ‘entübe olmak’ anlamına geliyor bu durum…

Ciğerlerin işlev görebilmesi için insan gücüne mekanik destek de veriliyor; ama…

Ama virüs tüm vücut sistemini “sinsice” ele geçiriyor; ne ciğerler ne de kalp mücadele edemiyor artık. Siz günlük vaka tablolarında ‘rakam’ olarak yer alırken; geride gözyaşları içinde “eş, dost, anne, baba ve çocuklar” kalıyor.

* * *

Bu düşünceler ile yol alırken kentin karanlığı daha da artıyor. Yine de bütün bunlara rağmen hayat devam ediyor. İnsanlar doğuyor, büyüyor, yemek yiyor, gülüyor, ağlıyor, hasta oluyor.

Herkes korkuyor ama yine de hayatını sürdürüyor.