Ramazan bayramlarını ekseriya Suriçi’nde ‘babaanne evinde’ geçirirdik. Benim için ‘babaanne’ demektir bayram.

Kurban Bayramı ise çoğunlukla anne tarafına ayrılır, Batı Anadolu’daki ‘anneanne evinde’ karşılanırdı.

Eğer bayramda gazete çıkmayacaksa arabayla giderdik. Babam çalışıyorsa, romantik güzergâh bizi bekliyor demekti. Yani şehir hatları vapuru ile Eminönü’nden martılar eşliğinde Haydarpaşa’ya geçerdik ve 145 kilometrelik tren yolculuğu, garda yankılanan siren sesiyle başlardı.

* * *

Her vagon, her kompartıman, her koltukta zamanın farklı dilimi yaşanırken; her mola, bir son ve bir başlangıç olurdu. Her istasyonda hikâyesini yüklediği bavullarıyla yeni yolcular biner, bazıları ayrılırdı. Beşik gibi sallanan trende uyuklayanların nefes alışları duyulur, kondüktör “bilet kontrolü” yaparken; sıcaktan buğulanmış pencerelerden uçsuz bucaksız tarlalar, gökyüzü maviliği, yerleşim yerleri ve uzaktaki köyler, kartpostal gibi uzanırdı. Tren, tünelleri zangır zangır geçerken; zifiri karanlıkta derin bir ‘yalnızlık’ hissedilirdi.

Belki de bir yere varmaktan ise yolculuğun kendisi anlamlıydı.

* * *

Pistonların raylarda çıkardığı ses ile yorgun, yumuşak yumuşak sarsılarak gitmekle uykulu ‘Karaağaçdibi’ isimli melankolik otobüs durağına varılırdı. Eski otobüs ardında toz bırakarak varılacak hedeften bir önceki köy merkezine ulaşır; bunların ötesinde daha ilk durakta, oturmadan köy kokusu duyulurdu.

Bir köyden diğerine elinizde bavullarla yürümeniz gerekirdi. “Sıla-ı rahim” dedikleri kavuşma ‘emeksiz’ olmazdı. İlk evler yamaçta, mahsul peşindeki üretici tarlasında, güneş bulutlar arasında, bayramlık çocuklar ve torunlar ise patika yolu kat etmekte olur, köy nüfusu bugünlerde katlanırdı.

* * *

Köy kahvesi, ata evine varıldığına dair pusulaydı. Çimenler arasındaki kahve, göz mesafesinde adım adım yaklaşırken; incir ağacı altındaki sandalyelerde ‘dede’ kovalardım. Uzaktan fark ettiğimde, koşar yanına kurulurdum.

Hemen “Torunuma bir gazoz aç” diye seslenirdi.

Kahveci cevap verirdi: Sarı mı olsun, siyah mı?

Kola bilmezdik, siyah gazozdu.

Dedemin yanındaki sandalye üzerinde otururken; ayaklarım yere değmese de büyürdüm.

* * *

Her Kurban Bayramı mısır ambarı önündeki ağaca bağlı koyunlarla bir gecelik duygusal bağ kurarak geçerdi. Bayram sabahı kurban edilecek koyunu, dedem kendi elleriyle seçmişti. Kıvrık, kara kulaklı, pudra beyazı bir koyun…

Otlarda kuruyan kanları görünce; bir önceki akşam göz göze anlaştığım, küçücük avuçlarımla sevdiğim hayvan ile ‘ölüm sonrası’ yeniden bakışmak hayat boyu peşimi bırakmayan bir an olurdu. Ancak hayvanın gözlerindeki kabulleniş, ölüm gerçeğini ve yüce bir amaca hizmet ettiğini anladığını düşündürürdü daima…

* * *

Sonuç olarak “Kuzu besliyoruz, öldürmek için” sözüyle, “Kuzu besliyoruz, Kurban Bayramı için” sözü arasında bir anlam farkı yok; ancak anlayış farkı var. İlk baştaki, ‘buz gibi’ soğuk gelirken; ikincisi inancı ve imanı ifade ediyor.

Çünkü oğlunu, Allah’a kurban etmesine ramak kala İbrahim aleyhisselamın anısına herkes hürmet gösterirdi.

Beylik bir laf ile bitirelim; Kurban dönemlerinde hassasiyeti hatırlayanlar, Noel’de hindi kesenler ile boğa güreşlerinde keyfi olarak hayvan katledenleri eleştirsin.

Kulluk dediğimiz, ‘basit mesele’ değildir.