Paris’te edebiyatın kalbine eğilmek ve şiiri solumak, kentin puslu bakışlarına inat oldukça güzel ve etkileyici. Bana hep şiirde kal diye fısıldayan bu kente, en çok da şiir için katlanıyorum desem abartı olmaz…

Platon sanatçının tek olanı yansıttığı ve dolayısıyla okura gerçeklik(hayat) hakkında bilgi veremeyeceğini ve zaten şaire özgü bir bilgi alanı olmadığını iddia etmişti. Aristoteles şairin (yazarın) hayatı, insan yaşantısının anlamanı bildiğini söylemek istiyor. Bir bakıma söz konusu olan insan psikolojisidir. Onun için sanatçı, Platon’un sandığı gibi bizi gerçekten uzaklaştıran sahte bilgiler değil, bize hayatı açıklayan bir adamdır.” diyerek felsefecilerin gözündeki sanatı sunmuş eleştirmen Berna Moran. Sanatçı insanın ruhundaki çıplaklığı en iyi gören ve onu bazen de kendine göre giydirendir. Ve iyi bir sanatçı Sezai Karakoç’un da işaret ettiği üzere, merkeze insanı alandır. Yani insanın sanatla ilişkisi, hayatın gerçekliğine inşa edilerek çözümlenmeli..

Duygu ve düşüncelerini yetiştiği eşikle olgunlaştırıp, eserlerini o minval üzerine kurgulayıp, geliştiren böylelikle birinci dereceden hayat dalgası ile sanatın özünü keşfetmiş öykücü Hüseyin Su, hemen hemen her eserinde varoluş sancısını fısıldıyor. Sade dili yapısıyla, insanı hakikatin mevsimlerine taşıyor. “Kırklar Cemi” kitabında, ‘zikir pınarında kalbimizi yuduk’ dervişan bir gönlün aşk ile bağını, dünyayı alt basamakta göstererek veriyor. İnsan aşkta yükseldikçe, dünya küçülür. Aşk öyle bir ateştir ki, nice kırk günleriküle dönüştürüp ‘cemi’ diyerek yükselişe geçirir kalbi. Aşkın sadeliğinde olgunlaşmış yalın, net bir öykü kahramanına bakarak, Hüseyin Su’yun sessiz dünyasının sesini anlayabilirsiniz. Esas olan bir şey vardır benim de sanatın temelinde olması gerektiğini düşündüğüm bir husus; şair ve yazar yazdıklarını taşıyabiliyorsa, sanatın içindedirler. Esere muhalif yaşamların, toplum ve insan yararına elle tutulur, gözle görülür bir şey yaptıklarına asla inanmıyorum. Onlar kendilerini, kendi çevrelerinde teşhir eden, edebiyatın arka perdesinde, tabiri caizse oyun oynayan simalardır. Sanat bu yükü kaldırmaz. ‘’Sanatçı içten olduğu oranda sanatçıdır.’’ der Colllingwood. Bugün yüzeyselliğin edebiyatı adeta ‘pazar alanına’-‘ticari sahaya’ çevirdiğini görmekte zorlanmadığımız aşikâr. Bu kısır döngüye tezat bir duruş sergileyen Hüseyin Su, yazdığını kendi yaşamında örnekleyen bir şahsiyet…

Eğer sanat bir düzen, disiplin, ahenk ve müzik istiyorsa ki bunları fazlası ile arzuluyor o zaman sanatçı eserine var olanı üst pencereden fazlası ile işlemeli. Okur kendinden parçaları birleştirmeli eserde mesela Peyami Safa’yı okurken acının koğuşundan uyanırız, gecenin teri, gerçeğimizden yakalar bizi hem de kıskıvrak. Ömer Seyfettin’in ‘kaşağısı’ çocukluk penceremize bir doğruluk ilmeği olarak bizi, vicdanımıza teslim etmiştir.

Charles Baudelaire’in, ‘Kötülük Çiçekleri’, bir insanın iç nefesini taşır. Sanatın özüne iştigal etmek, yapmacık sis bulvarını terk etmekle olur.

“Ben bir çöküşün estetiği değilim. Belki bu çöküşte yaşayan şeyler arıyorum. Onları değerlendiriyorum” diyor Tanpınar, Huzur’da… Bir yazarın, şairin, ressamın, heykeltıraşın, yönetmenin eseri ile beraber aradığı ve yakalamak istediği bir denge vardır. Öz evi ile temas kuranlar, arama başarısını ve başarısızlığını da yansıtırlar ki bunun adı bir kaygıdır. Endişesini didiklemekten korkmayan ve bunu eserin bir ucunda olsa da gösterebilen sanatçı, kendi sesini bulmakta zorlanmaz.

Kendi döneminin günlük yüzünü işleyen şair, yazar o döneme ait olur. Tüm insanlığı bir bedende düşündüğümüzde, eğer sanatkâr o bedenin iç kanamasını görüp, oraya dokunamıyorsa hala iyiliğin provasını yapıyorsa o sanat adaletli değildir. Çağın kitabını yaradan hariç bir mürekkeple yazmak, düşünce ufkunu daralttır. Körlüğün renklerinde, renksizleşmek tam olarak da böyle bir şey. Oysa iyi bir edebiyatçı ses seline dur deyip, anlaşılmazlığına aldırış etmeden ileriye dik bir duruş hediye eder. Zarifoğlu misali, Gülten Akın dokunuşuyla ‘gerçek yüz’ün yansımasına ihtiyacımız var.

Gecenin kuyusuna düşen ay vurgusunu, o zindansı değeri yenileyen uzun soluklu bir imza olur. Bazen anlaşılmayı terk ettiğimiz kadar anlaşılmama ile tanışıp, sorgulamak gerek ya da Oğuz Atay’ın dediği gibi “Kelimler albayım… Bazı anlamlara gelmiyor.” diyerek sanatı, sanatta görmeye devam edeceğiz.

‘Yaşımdaki Şüphe’ şiirim ile selamladığım Şiar dergisinin genel yayın yönetmeni Serap Kadıoğlu. Ve ‘’Eylül Biraz’ adlı şiir kitabı var.

Derginin editörü, ismine aşina olduğum “Şiirin Menzili” yazısında “Her şairin dayandığı estetik değerler farklıdır ve bu farklılık şiirin zenginliğidir.” diyen Orhan Tepebaş.

Şiar’ın ilk eseri, şiir yolculuğumun temelindeki bir isim. Yaklaşık on beş yıl önce dergi sayfalarına ciddi olarak konuk olmaya başladığımda, şiirimi mısra mısra inceleyip, bazen de yeniden yazarak beni, bana gösteren Hüseyin Akın

“Markası diyecektim, sustum, içime kaçtım/ Sen yankısı bir dağın, sen yüzümün arkası” demiş “Keyfimin Kahyası” şiirinde. Arka fonda şiirimin iç haritasını bana bulduran ve bende çok emeği olan şair Hüseyin Akın’ın ismini yanlış hatırlamıyorsam ‘Şey’ şiirini bir başka severim…

Derginin ilerleyen sayfalarında Hayrettin Orhanoğlu’nun bir çalışması var.

“En üzülme diyedir bu günlerin geçmesi/ sökülüp giden bir ip düşün, göğsümden.” diyor Mustafa Köneçoğlu, Kırkyama şiirinde.

 Şiar Dergisi, dergisinde, derdi omuzlayan şairlerin şiirleri göze çarpıyor. Ve her gün biraz daha sığlaşan dünyalar karşısında, bana derginin şiirleri umut verdi.

“İşte geldi gece ıssızlığıyla örtüyor gözlerimizi” diyen şair Ali Sali bu umutta beni haklı çıkartan bir başka şair…

“Yak sinemi ateşlere efgarıma bakma/ uhumda yanan ateşe, niranıma bakma” diyerek aşkı işleyen bir yazı da, İdris Mahfi Erenler’den.

“Bundan sonrası karışık bir mahalle pazarı / Armonik seslerle beraber satıcılar ve arkasına bakmadan yürüyen bir halk/Kime inanacak seslerin arasında.” diye seslenerek hüznü kodlamış “Dünya için söylenecek kehanetler ‘ şiirinde Aykağan Yüce.”

“İnsanlar birbirlerinden uzak mesafelere ayrılmış yıldızlar gibi, kendi hususi boşluklarının içinde dönen, hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkalarına kapalı bir birer dünyadır.” diyor Abdülhak Şinasi Hisar. Evet, o müphem çizgileri bileyendir şair ve yazar.

Bugünün penceresine şöyle sesleniyor Baudelaire: “Ah dünya ne büyüktür ışığında lambanın!/Anıların gözünde ne kadar küçük dünya… Kalbinize emanetsiniz…