Kronik bir söylem var biliyorsunuz:

‘’Elalem uzaya çıkıyor, biz hala orucu neyin bozduğunu tartışıyoruz!’’

Yetersiz ahmakların, lafla peynir gemisi yürüteceğine inanan kibirli yobazların dilinden düşmeyen ucuz kekemelikler…

Fakat bugün Türkiye İslamcılarının giriştiği kabukçu müdafaalara sığınacağım.

Evet, seküler kısırlığın saldırgan mastürbasyonlarına hepimizin alerjisi var. Verimsiz, bayat hayranlıkların dışında; Türkiye ve daha iyi bir dünya için fikir üretemeyen agresif tiplerle problemliyiz. Kabul.

Ama ‘’Diyanet’in görevi uzaya araç yollamak değil ki!’’ gibi cümleler kurmayacağım. Yapılabilecek en baba işin ‘’uzay fıkhı’’ üzerinde çalışmak olduğunu filan savunmayacağım havalı havalı…

Zira Tanzimat ve biraz da 1909 öncesi din müesseselerimizin, bilim ve teknolojiden bîhaber olmadığının şuurundayım.

‘’Din ve bilim düşman değildir’’ romantizmi kasmayacağım elbette. Din esaslı kurumlarımızın, eskiden birer sanat ve bilim merkezi olduğunu da söylüyorum.

(Hack)lendiğimiz için birtakım hakikatleri yok saysak da durum böyle.

Klasik medreselere göz atalım söz gelimi…

Din ilimlerinin yanında tarih, edebiyat, hukuk, hikmet derslerinin okutulduğu; mantık, fizik, matematik, biyoloji, geometri, astronomi, kimya ve sair ilimlerin talim edildiği bir tedris mekanizmasından söz ediyoruz. Öyle ki devlet ricalince, devir devir ilmî yenilikler takip edilir ve gerekli ‘’tadilatlar’’ yapılırdı. En kalburüstü medreselerin olduğu şehirler, tüm dünyada büyük alaka görüyordu. Modern okulların aksine, tek bir gencin dahi ziyan olması istenmiyordu. Külliyeler her ihtiyacı karşılayan kompleks yapılardı. Talebeler, burada hem entelektüel hem estetik bir kimlik kazanırdı. Müslüman elitler tüm orijinalliğiyle burada yetişirdi…

Gerçi İslâm medeniyetinin ilmî miraslarına körleşen ideolojik klikleri ikna edemeyiz.

Velhasıl, vaziyetyaklaşık 500 sene, merhum Sultan II. Mahmud’a kadar sürdü.

Daha sonra Tanzimat’a uğradık.

Tam burada, Paris büyükelçisiyken masonluğa adım atan Mustafa Reşit Paşa’yı hatırlayalım. Paşamız müthiş vizyonuyla devreye girdi. Londra’yı kıramayıp, asırlardır medreselerde okutulan fen ilimlerini müfredattan kaldırdı. Öbür taraftan Reşit Paşa’nın avaneleri de boş durmadı. Tescilli birer mason olan Talat, Fuat ve Mithat üçlüsünün etkisiyle yeni stil okullarda din dersleri azaltıldı. Netice itibariyle bir uçta fen yobazları çoğalırken, öbür uçta din cahilleri peydahlandı. Her iki kutup da kendi bağnazlığında hapsoldu. ‘’Hasta adam’’ı öldürecek pasif ötenazi formüllerinden biri de buydu…

Neyse sonrası ayrı konu, geçelim.

Meramım şu:

Şöyleydi böyleydi derken, Modern Türkiye’yi kuran ithal rejim, sosyal dehamıza yeni bir ‘’Diyanet’’ anlayışı bulaştırdı. Din idrakindeki ‘’dünya’’ konumunu, bu husustaki incelikleri eksik yorumlayan izdihamlar türedi. Azgın cehalete karşı diyanet işlerimizi korurken, diyanet işlerimizi kıraçlaştıran asıl dinamikleri gözden kaçırdık. Din sahasını kuru bir fetva formuna sıkıştırdık.

Oysa bilim, tahrife uğramamış İslâm evreninden, tüm bâtıl evrenlere sunulan kuşatıcı bir ikramdı. Saf ve selim akılların mutlak ideal yolunda çoktan aştığı bir vasıta olarak,tüm nasipsiz ötekilere bahşedilen büyük bir ihsan…

Bugün o dev aşkınlıktan uzağız.

Ve bizi hiç anlamayacak olanlara karşı kendimizi yanlış anlatmaktayız.