Bir grup arkadaşla beraber çok hızlı bir ziyaret oldu kutsal beldelere. Umre için bu mevsim çok ideal; havalar mutedil, hatta Medine’de biraz serin.

En son Ramazan umresi yapmıştım. Kum saatindeki kum taneleri gibi ömrümüz hızla akıp gidiyor. Aradan uzun zaman geçmiş. İnsan ömrünü hep kum saatine benzetirim. Kum saatleri fizikken de insana benzer. Kalbin, aklın bulunduğu üst bölümden kum taneleri teker teker düşer. Yukarıdaki kum bitince ömrün bitmiştir. Ben başaramadım ama siz göreceğiz bir yere bir kum saati koyup onun üzerinden tefekkürünüzü yapınız.

Belki üç günlük dünyayı daha farklı bir boyutta yaşamaya vesile olur… Medine Havaalanı’na akşam saatlerinde vardık. Çelikten estetik unsurlar da dikkate alınarak yapılmış güzel liman. Bu güzel eseri Türklerin yaptığını öğrenince daha çok sevindik. Kapılardan çıkarken Selçuklu yıldızı desenler Anadolu ile Arap Yarımadası arasında köprü olmuş. Yapanların ellerine sağlık. Ne yazık ki, Yesrib’ten Medine’ye dönüşen bu kutlu beldede 1400 (Hicri) yıldır medeni olarak iyi mimari ve şehircilik örneği sergileyemedik. Neden 400 yıl Osmanlı yönetiminde olan Medine’deki mimariyi İstanbul, Bursa, Üsküp, Saraybosna gibi yapamadık? Yoksa yaptık da ortadan kaldırıldı mı? Hz. Peygamber’in (sas) ilk olarak inşa ettiği Kuba Mescidi’nden vardığımız nokta bugünkü mescit mi olmalıydı? Biliyorum şimdi bana kızacaksınız: Ya hu kardeşim ibadet yapmaya mı gittin yoksa müfettişlik yapmaya mı? Çok haklısınız, bu tür detaylara takılmak insanı işin maneviyatından uzaklaştırıyor. Ama benim maksadım kimseyi suçlamak değil ümmetin günahkâr bir evladı olarak muhasebe yapmak. “Yaptığınız işi güzel yapın” diye buyuran Resul’ün mesajını hatırlatmak istedim. O’nun Medine’ye dönüştürdüğü ilk numunelerini ortaya koyduğu yapıyı tekâmül ettirmek gibi bir görevimiz yok mu?

Medine’de her Müslüman’ın yaptığı gibi ilk işimiz Mescid-i Nebi’de, Kubbetül Hadra’nın altında Resulü Ekrem’i ziyaret etmek oldu. Selatu selamlarla vardık huzura… Selam getirdik bütün dostlardan Resul’e… Dua ettik Ebubekir’e, Ömer’e. Yatsı namazı bitmiş, vakit geç olmasına rağmen dünyanın her yerinden her renkten ve her dilden Müslümanlar dua için yarışıyorlar. Geniş avlusu, kemerli iç mekânıyla Mescid’i Nebi oldukça geniş bir alanı kaplıyor. Buradaki müminler mescide iyi bakıyorlar. Sabah namazını da büyük bir kalabalık cemaatle eda ediyoruz. Mescitte daha çok Hint (Hindistan, Pakistan, Bangladeş) ve Endonezya Müslümanları dikkat çekiyor. Türklerin sayısı da oldukça az. Bu durum mevsime dayalı bir nedenden mi yoksa son zamanlarda Suudlar’la yaşadığımız süreçlerin etkisi var mıdır acaba diye düşündüm. Medine’ye veda ettikten sonra 4 saatlik bir yolculukla Mekke’ye vardık. Bizim modern vasıtalarla bu kadar kısa zamanda vardığımız yolcuğu deve kervanlarıyla ne kadar meşakkatli yapardı Allah Resulü ve sahabeler… Yol boyunca çöl egemen. Bazı yerlerde yeşillikler bulunuyor. Buralar vaha olsa gerek. Yol boyunca zaman zaman deve sürüleriyle karşılaşıyoruz. Allah her coğrafyaya uygun nebatat ve hayvanat yaratmış. Susuz çöllerde yaşama başarısını gösteren develer de bu mucizenin bir eseridir. Medine daha düz bir arazide kurulmuş şehir iken Mekke tepelikli kayalık bir zeminde inşa edilmiş. Mekke’de şehircilik anlamında başarılı değil. Acaba Müslümanlar evlerini mütevazı yaparak kutsal mekânları gölgelemek istemiş olabilirler mi?

“UCUBE BETON YIĞINLARI ARASINDAN MESCİT’E KÂBE’YE ULAŞMAK OLDUKÇA ZOR”

Mekke’ye girdiğinizde tepelerin üzerinde saatli bir kule dikkat çekiyor. Burası Zemzem kulesi ve şehrin simgesi haline gelmiş. Beytullah(Allah’ın Evi) ın etrafını ucube yapılar kuşatmış. Zaman zaman Müslümanlara eziyet edenlerin markalarını boykota kalkışıp bir türlü başaramıyoruz ya! İşte o gâvurların bütün otel markaları Mescid-i Haram’ın etrafını kuşatmış durumda. Güleriz ağlanacak halimize… Ucube beton yığınları arasından Mescit’e Kâbe’ye ulaşmak oldukça zor. Kabe’nin etrafı beton gökdelen tarlasına dönmüş. Hele Zemzem Kulesi denen binalar kümesi tarifi imkânsız tuhaf bir yapı. Bir de garip bir yapı var, orası da saraymış! Mescidi Haram’da da genişletme faaliyetleri nedeniyle her taraf inşaat. Osmanlı revaklarının biraz dışında oldukça yüksek revaklı duvarlar yapılıyor. Bu revakların üzerinde tavaf yolu inşa ediliyor. Bu duvarlar sanki Kâbe’nin üstüne düşecek gibi duruyor. Çok huzursuz oldum çok… Çok rahatsız oldum çok…

Bu tablo ümmetin kafa karışıklığının, yaşadığı sıkıntıların bir yansıması gibi geldi. Bu kadar karmaşayı nasıl başarıyoruz inanın izahı çok zor. Bir zamanlar çok gündemde olan revaklar ne oldu diye soracak olursanız, iyi durumda değiller. Bu kadar karmaşa içinde garip, mahzun ve mahcup duruyorlar. Onlar üzerinde de tamirat yapılıyor. Genişletme olunca mescidin 2/3 de kalmışlar. Acaba genişletilen bölümlere revakların devamı yapılacak mı? Tamamlanmazsa çok tuhaf bir görünüm arz ediyor. Zaten bu kadar farklı kaba işler arasında bu zarif görünümlü ecdat yadigârının burada kalmasının bir anlamı yok. Bir zamanlar Türkiye’ye getirelim düşüncesi vardı. Bu şartlarda getirilmesi veya başka bir mekâna konulması iyi olur. Türkiye’ye getirilmesi durumunda revakların ziyaretgâh olması tehlikesini de dikkate almakta fayda var.

BİNALARI YUKARI DOĞRU DEĞİL AŞAĞI DOĞRU YAPARIM

Bu kadar eleştiriden sonra çözüme dair önerilerimi de paylaşmak istiyorum. Ben yetkili olsam: Zemzem Kulesi denen ucube, saray ve gâvur markalı otellerin ve diğer yapıların hepsini yıkarım. Mescidi Haramın etrafına yapılan duvarları da. 3 km yarıçaplı alanda bir tane bina bırakmam. 3 km uzaktan yürüyen bantlı yollarla müminlerin Mescidi Haram’a ulaşmalarını sağlarım. 3 km den sonra kademeli yüksekliği artırarak konaklama mekânları yaparım. Binaları yukarı doğru değil aşağı doğru yaparım. Yani görülebilecek alanlardan Kabe’nin görüşünü kapatan her türlü engeli yok ederim. Binaların yapımında hem fonksiyonellik hem de estetik açıdan medeniyetimizin güzelliklerini yansıtan eserler yaparım. Müslümanların meydana getirdiği eserlerin örnekleriyle bezerim Mekke’yi. Çok şey mi istiyorum sizce? Bütün bu mimari kargaşa arasında müminler büyük huşu, olgunluk ve tevazu içerisinde ibadetlerini yapmaya devam ediyorlar. Dünyanın her yerinden müminler “Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk …” diyerek Rablerinin huzurunda Tavaf ve Say ederek başka bir âleme akıyorlar. Gerek Tavaf’ta ve gerekse Say’da sükûnetli bir hareketlilik görünüyor.

Bu güzel akışı Türkler ve Endonezyalılar bozuyor. Endonezyalılar da tıpkı Türkler gibi rehber hocaları eşliğinde bağıra-çağıra dua ederek ibadetlerini yapıyorlar. Eskiden İranlılar da yüksek sesli duaları ve toplu hareketleriyle dikkat çekerlerdi. Bu defa hiç İranlı grup görmedim. Umreye gelenlerin genellikle yaş ortalaması oldukça yüksek. Sadece Endonezyalı gençler fark ediliyor. Sadece 48 saat içerisinde asırlık bir yolculuk yapmışız hissine kapıldım. Herhalde buna zamanı kıymetlendirme desek yeridir. İki güne çok şey sığdırılabiliyor. Ne mutlu zamanın ve mekânın kıymetini bilenlere…