Ay ışığıyla yıkanıp parlayan ada yolları, bu kış akşamlarında sessizlik içinde tek başına kalırdı. Tenha köşe başlarındaki suskunluğu; zincir vurulamaz rüzgârın uğultusu, peşine takıp sürüklediği yaprakların hışırtısı, aralıklarla geçen fayton tekerlekleri ve nal sesleri bozardı.

* * *

Yapabileceği tek şey beklemekti. Bekliyordu günbegün… Ah unutulmuşluk, ah terk edilmişlik… Ah yalnızlık!

Artık güzelliğini fark etmeyecek kadar alışmıştı hayata, yaşayıp gidiyordu. İnsan her gün gördüğü denizin ve evinin önündeki kayanın üzerine konan martının güzelliğini düşünemiyordu. İki tarafı ağaçlık yollardan geçerken, birbirine girmiş dalların oluşturduğu doğal protokol arasında yürürken, iskeledeki alçak sesli sohbetlerin huzurunu, bazı evlerden duyulan diyalogları görüyor, duyuyor; ama sadece yaşıyordu alışkanlıkla…

O bir gün çıkıp gelene kadar, en iyi korunan bağ güçlenene kadar yaşayıp gidiyordu. Çünkü hayattan bunalmış insanların, yalan dahi olsa bir umuda sığınma ihtiyaçları, gerçeği söyleyenlerden nefret etmesine yol açıyordu.

Yine böyle bir gündü. “O gitti, gelmez; alış artık buna” dediler.

Gittiğini kabul edemeyen, geleceğine kendisini mutlak inandırmış çocuk, gerçeği söyleyenlerden nefret ederek, derin sessizlik içinde kendini dışarı attı; gideceği belli bir hedefi yoktu. Girip çıktığı ortama sessizlik götürüyordu. Sessizliği bütünüyle kendisi çiziyor, kendisi dalıyordu sessizliğin kapısından içeri…

Sessizliği bile dinlenir kılmaya muktedir bu çocuk, sanki içindekileri anlatsa, şu iskeleden uzaklaşan geminin ardında bıraktığı köpüklü su dahi ateş olacak gibiydi. Adadaki küçük meydanda ayaklarını yere vursa şu anda, titrek kuşları korkutup uçuramayacak çocuk, öfkeli değil de hüzünlü bakıyordu hayata…

Zaten öfkesi de kendisi kadar zayıftı aslında. Öyle hafifti ki; Ada Kıraathanesi’nde her akşamüstü oturduğu sandalyesine, elindeki ince belli çay bardağına, hatta denizden esen sert rüzgâra bile değmiyor gibiydi. Sessizliğinde bir heybet vardı, ama korkutmuyordu. Bakışları, içinde kopan fırtınaları ele veriyor, ağlamaktan yol açılmış yanaklarının üzerindeki gözleri, ‘Anlatsam’ diyor; anlatmıyordu.

Kar toplayan aydınlık çıkıyor ikindi vaktinde bulutların arasından, gölgesi düşüyor ardına; ama güneşi de incitmiyordu. Gözlerini yüzüne gömmüş, kimseye bakmıyordu çay içerken… Kaybedenlerin hâli vardı üzerinde…

Dağ gibi sessizdi. Dili var, ama konuşmuyordu; kollarını yanında gezdiriyor, adeta kullanmıyordu. Arada bir sigara yakıyor -ki yakmasa da olur- zaten acılaşmış hayatıyla, tat alma duygusunu da kaybetmişti.

* * *

35 yaşına gelinceye dek, geçen 20 yıl boyunda yanmış kül olmuş gibiydi. Siz, birini gözyaşından tanımayı bilir misiniz? Ben onu gözyaşlarından tanırım, nerede olsa…

2000 yılının Ocak ayında göçmüştü annesi dünyadan… 15 yaşındaydı daha… Çarşamba günü perşembe gününe bağlanır gibi oluyor, bağlanmıyordu.

Her yıl ocak ayında burnumuz sızlıyor. O ise bir dağ olduğu için dayanıyor, dayanmasa da olur. Ölüm herkesi değiştirse de ölüm aynı, annesiz kalmış çocuk yıllardır aynı…