Geçtiğimiz haftalarda Hollywood’un en önemli teorisyenlerinden ve senaristlerinden Robert McKee Boğaziçi Film Festivali kapsamında 3 günlük bir workshop yaptı. Artık sinemanın bir sanat dalı olarak zayıflaması ve dizilerin yeni bir alan oluşturması meselesine önemli yer ayırdı. Fatih Mutlu da bu sayfadan bunu yazmıştı zaten.

Konu henüz sıcaklığını korurken Boğaziçi Ekonomi Zirvesinde “sanatın ekonomiye katkıları” panelinde yapımcı-senarist Birol Güven’in çok önemli tespitleri oldu. Birol Güven, acilen harekete geçilmesi gereken bir meseleyi tekrar gündeme taşıdı. Birol Güven’in konuşmasından önce Turgut Özal’ın 90’ların başında yaşadığı bir olayı anlatmak isterim.

Ben de bu olayı TV dizisi meselesini konuştuğumuz bir bürokrat abimden dinledim. Özel TV’ler ilk açıldığında yabancı dizi furyasına bir sınır getirmek için Meclis’te bir düzenleme varken rahmetli Özal Amerika’ya bir ziyarette bulunur. Geri döndüğünde katıldığı bir açıkoturumda Amerika ziyaretini sorduklarında iki önemli devlet meselesinden sonra Türk kanallarında yabancı dizi sınırlaması ile ilgili bir düzenleme olmamasını rica ettiğini söyler Amerikan Başkanının. Elbette düzenleme hemen Meclis’ten geri çekilir. Sınırsızca açılır Türk kanalları yabancı dizilere.

Olayın ana hatları böyle. Birol Güven’in konuşması ise şöyle: “Biz şuanda 500 milyon dünya insanına dizilerimizi seyrettiriyoruz. Ama içinde bir tane bile Türk markası yok. Çünkü Türkiye’de gizli reklam yasak olduğu için ürün kullanamıyoruz. Herhangi bir markayı kullanamıyoruz, tek markamız Türkiye. Düzenlemelerde bir sorunumuz var çünkü hazırlıksız yakalandık. Kimse bilmiyordu dünyada 500 milyon insanın dizileri seyredeceğini. Düzenlemelerimiz yeterli değil. RTÜK gibi bir düzenlemeci var başımızda, marka oluşturamıyoruz. Daha da kötüsü dizilerimizi gündelik hayat içerisinde yapamıyoruz. Bizim karakterlerimiz İstiklal Caddesi’nde yürüyemiyor. Çünkü gizli reklam olur, arkada bir tabela girer. Şehrin başka hareketli mekânlarını da kullanamıyoruz. Dikkat ederseniz bütün dizler yalılarda geçiyor. Türkiye’de 600 yalı var, 300’ü kullanılabiliyor, belki 20 tanesinde dizi çekiliyor ama yurtdışındaki dostlarımız 78 milyonun yalılarda yaşadığını zannediyor. Çünkü bütün diziler yalıda. Bir de dikkat edin İstiklal Caddesi’nde çekim yapamadığımız için bütün dış mekânlarda artık Belgrad Ormanı’nda çekilmeye başlandı. Dolayısıyla yalıda oturan, ormanda yürüyen insanlar topluluğu olduk.”

Konuşma elbette daha uzun. Sadece bu kısmını alıntılayıp baş kısmını şöyle özetleyeyim. Türkiye dünyaya en çok dizi ihraç eden ikinci ülke. Devlet bu işleyişi gördü ve dizileri destekliyor. Aslında rakamsal olarak kazancı çok da yüksek değil. Ama görsel bir eser, hele dünyada eli gittikçe daha çok güçlenen böylesi bir sektör için hayati bir noktaya parmak basıyor Birol Güven. Dizilerle kültürünüzü ihraç edersiniz. Turizminizi, markalarınızı ve hatta emperyalist amaçlarınızı bile ihraç edebilirsiniz. Oysa biz sanal ve koftiden bir yaşam ihraç ediyoruz dünyaya. Birkaç kaliteli yapım dışında -ki onlar da tarihte filan geçiyor- hiçbir şey ihraç edemiyoruz. İhraç ettiğimiz tek şey Müslüman-Türk kültürüyle uyuşmayan zengin hikâyeleri. İşte bu noktada çok haklı bir isyan başlıyor. Bu kadar büyük bir imkânı ancak biz heba edebiliriz. RTÜK gibi bir kurum bu işin ticari boyutlarını, marka algısını ya da fikirsel temelini düşünemez. Hiçbir zaman da düşünmemiştir aslında.

Bu parça parça olayları ve bilgileri derlemek gerekirse Amerika ticaretinden yaşam tarzına her şeyi pazarlarken ekranları ve perdeleri en önemli araçlarından biri olarak kullanıyor. Turgut Özal’ın yaşadığı bu anı en güzel örneklerinden biri. Robert McKee de artık sinemanın altın çağının kapanıp dizilerin altın çağının geldiğini haykırıyor. Ve rakamların ortada olduğu bir noktada bir Türk yapımcı -muhakkak diğerleri de- tıkandığımız ve yürüyemediğimiz noktayı haykırıyor bize. Gelecek yüzyıl şekillenirken elimiz çok güçlü ama kendi ayağımıza taş bağlayarak koşmaya çalışıyoruz. Yani un var, şeker var, yağ var. Bir de şu bürokrasinin kara kaplı kitabı olmasa!