İnsan mutluluktan çok hüzne yakındır gibi geliyor bana kâri. Yani sanki bu dünya öyle çok da eğlenilecek, sevinecek, gülünecek bir yer değilmiş gibi hissediyorum ben. Elime çayı alıp da bir kuytuda yazdığım her cümlenin bir kenarında hüzün izleri buluyorum. Bilemem, belki de bu benim müşkülümdür ve bir marazsa eğer şifasını yazarak arıyorum.

Hüznün, üzülmenin ve derdin ulvi bir hal olduğuna inanırım ben. Yani şöyle sanıyorum ki insan üzüldüğü, dert çektiği anda gerçekte kendi oluyor. Yapma, suni, yalan bir şey kalmıyor. Hatta insan en çok ve gerçekten ağladığı zaman insan oluyor. Bu dünyanın makyajı siliniyor yüzünden, üzerinden yaşamışlığın tozu gidiyor, kendi gibi, aslı gibi, insan gibi oluyor.

Hem bu dünya zaten o kadar da matah bir yer değil. Ölmek için geldiğimiz ve daha doğarken aslında ölmeye sözlendiğimiz bir yer. Yoksa her doğanın daha bu dünyaya gelir gelmez ilk yaptığı işin ağlamak olması boşuna değildir herhalde. Hem bu göz dediğimizin vazifesi sadece görmek olmasa gerek.

Vaktin birinde bir derviş bir şehirden geçerken gençten birinin bir ağacın dibinde dizlerinin üzerine oturmuş da ağladığını görür. Önce yanaşmak yaklaşmak istemez lakin dayanamaz sonra varır yanına.

– “Evlat” der “hayrolsun, neden bunca hüzünlüsün?”

Genç gözlerindeki yaşı silerek ve zorla konuşarak

– “Derviş baba” der “sevdiğim öldü, ondan böyle hüzünlenir bunca ağlarım”

– “Allah rahmet etsin. Lakin üzülme evlat” der “Başka birini seversin.”

Öyle deyince genç adam sinirlenir, diz kırdığı yerden hiddetle kalkıp

– “Ne dersin sen? Bu nasıl sözdür. Bir de derviş gibi dolaşır, aşktan bahsedersin?”

Derviş sakin ve sessiz cevap verir;

– “Seversin evlat, seversin. Lakin bu kez dikkat et sevdiğin ölümlülerden olmasın…”

Bu elbette ki bir kıssa. Lakin buradan şunu anlıyorum ki hüzün bu dünya için var. Ölümlü bir dünyada bunca bir muhabbet belki zaten mümkün olabileceklerden değil.

Neyse. Hüzünden bu kadar bahsetmişken kelimenin hikayesini de anlatayım. Aslı Arapça ve kendi vatanında “Hüzn” diye yazılıp böyle söyleniyor. Lügatlerde kaybedilen, yitirilen bir şeyin ardından hissedilen gam, keder diye yazıyor. Bir yerde de “gönülde duyulan acı” diyor ki bence bu tanım daha hoş. Üzülmek diye kullandığımız kelime tam olarak aynı manayı verir mi ben emin değilim. Bunun yanında “Hazan” ile benzerliği de bir taraftan kafamı karıştırıyor. “Hazan” sonbahar, güz manasında, biliyorsun zaten. Nasıl ki hazan mevsiminde yağmurlar yağar yapraklar dökülür ve sanki bir derdi varmış gibi olur ya cihan hüzün de öyle yapıyor işte insanı. Bilmem belki de bir bağ vardır aralarında.