Amcam -dedemin kardeşi- Ordu’da ‘küçük’ tüccardı. Kendine kalsa memleketin en büyük tüccarıydı. İki metrekare var yok, minik bir ofisi vardı. Kiracı idi. Ofisin yeri, tavanı ve duvarları lambiri kaplıydı. Hani görmemişin ahşabı olmuş her bir yana döşetmiş gibi. Bunu zenginlik işareti olarak görüyordu. Milletin efendisinin dağından, ormanından kesilip şehre yakın bir yerde hızardan geçirilmiş harika gürgen tahtaları ile bir güzel döşetmişti makamını.

Almanya’da yirmi yıl çalışmış. Biraz mark biriktirmiş. Gâvura hizmet etmekten sıkılınca memlekete dönmüş. Mesleği lüks araba tamirciliği. Memlekette en lüks araba Anadol taksi veya Enter minibüs, Fargo ya da Bedford kamyon. Zanaatını yapabileceği bir alan yok.

Eh, Almanya’dan da gelmiş. Gelirken civciv sarısı bir Hitler otomobili getirmiş. Köyle çarşı arasında her gün üç-beş sefer gidip geliyor. Günde iki kez arabasını yıkatıyor. Çocuklar çamur sıçratınca onları kovalıyor.

Hazıra dağ dayanmıyor tabii. Marklar suyunu çekmeye başlayınca telaşa kapılıyor. Daha yaşı genç, kırklarında filan…

Düşünüp taşınıyor ve tüccar olmaya karar veriyor!

Tüccar dedikse, öyle bir şey alıp satmıyor. Göstermelik bir ardiyesi var. Yılın yarısından fazla boş duruyor. Köylümüz minibüsleri kalkıncaya kadar o ardiyede toplanıyor. Ununu, küspesini, yağını, tuzunu orada topluyor. Akşamüstü araç gelince yüklenip köyün yolunu tutuyor.

Amcam hatırlı adam. Hükümetten dostları var. Evimiz de zaten Hükümet’te; yani valiliğin hemen bitişiğinde.

Zaman zaman birtakım adamlar geliyor. Amcamla oturup konuşuyorlar. Çıkıp bir yerlere gidiyorlar. Saatler sonra fındık dolusu bir kamyonla dönüyor. Yükü ardiyeye boşaltıp gidiyor. Böyle zamanlarda amcamın keyfine diyecek yok…

Türk ordusunun Kıbrıs’a çıkarma yaptığı gün. Amcamda bir telaş. Ecevit mavisi gömleği ter içinde. Ecevit bıyıklarını bura bura dört dönüyor ofisinde. İlk kez bu kadar korktuğunu görüyoruz. Kimse elleşmiyor. Kulağı radyoda. Aynı haberleri dinleyip duruyor acans saatlerinde…

Biraz daha büyümüştüm…

Bir akşam babam eve çok üzgün geldi. Bir şey sormadık, soramazdık. Kuzineli ocağın başında oturdu. Eline aldığı bir odun parçasıyla ateşi eşeleyip duruyordu. Annem dayanamayıp ne olduğunu sordu. Bizi işaret etti kafasıyla. İki abimi, bir erkek kardeşimi ve ateşler içinde yatan bacımı. Çocuklar uyusun der gibi… Ama ben gördüm. İlk defa kederli gördüğüm dağ gibi adamın derdini öğrenmeden uyuyamazdım. Uyur gibi yaptım.

“Emmime gittim. Borç istedim. Fındık zamanına yüzde elli faizle yetmiş beş veririm dedi. Gücüme gitti. Almadım.”

Ben anlamadım, annem çok iyi anladı.

Kız kardeşim menenjit hastası. Acilen tedavi görmesi gerek. Samsun’a veya İstanbul’a gidilmeli ama para yok. Babam yüzünü düşürüp öz amcasına gidip durumu anlatıyor. Fakat…

Ben o gün anladım amcamın ne iş yaptığını…

Babam, o günden sonra bize sürekli olarak “Parayla para satmayın satmayın. Bu size vasiyetim” derdi. Bu şu anlama geliyordu: “Eğer tefecilik yaparsanız, iki elim iki dünyada da yakanızdadır. Bunu asla ve kat’a unutmayın!”

Amcam Almanya’dan getirdiği markları bozdurup bir bankada faize yatırmış. Tek geliri fındık olan köylümüz ihtiyacı oldukça gidip ondan borç almış. Borcunu fındık hasadından sonra faiziyle geri ödemiş. Amcam, ödeyemeyenlerin bahçesindeki veya harmanındaki fındığa el koymuş. Kimse itiraz edememiş. Çünkü amcamın bir kamyonun taşıyabileceği ağırlıktaki kasası ağzına kadar senet dolu imiş…

Babamın anlattıkları bunlar…

1970’li yıllar…

Cumhuriyet’in ellinci yılı filan…

Darbeler, idamlar, muhtıralar…

Ekonomik çöküntü, dışa bağımlılık, üs savaşları, bağımsızlıktan vazgeçmeler…

Sanayileşme, göstermelik temeller, uyduruk ekonomik kalkınma, sahte köylü güzellemeleri, toprak reformu, feodaliteyle kerhen mücadele…

Amcam gibi kendini tüccar görüp koca memleketi tefecinin kucağına oturtan bir siyaset yapma biçiminden…

Türkiye bugün kendi savunma sanayiini, otoyollarını, şehir hastanelerini, devasa köprülerini, yerli otomobilini yapabilme noktasına gelmiş…

Hem de yeni darbeler, yeni darbe girişimleri, yeni muhtıralar, her ötekileştirmeler, küçük görmeler, tahkir edebiyatı, küçümsemelere rağmen…

Akıl almaz bir aymazlık içinde hala tüccar kucağı arayanlara şaşkınlıkla bakıyorum.

Efendim, sosyal medyaya düzenleme geliyormuş. Felaket! Hiç kimlik numarası ile YouTube’a girilir miymiş?

Bırakın bakan olmasını… Bu ülkenin namuslu bir vatandaşının bebeği üzerinden iğrenç bir oyun tezgâhlanıyor. Göbeğini kaşıyıp keyifle bu alçaklığı alkışlıyor birileri…

Pandemiden etkilenen şarkıcılar fiyatlarını düşürecekmiş. Yazııık!

Referansı hâlâ dağ olan bölücü partinin eski eş başkanı, fısıltı ile, “Tayyip’e karşı daha çok ittifak” çağrısı yapıyormuş. Ne gam!

Koronavirüsün de ikinci dalga tehlikesi kapıdaymış. Amaaan… Sen dubaya kadar bir yüz gel! Sonra dalgamıza bakarız…

Tefeci diyorum…

Tüccar diyorum…

Fabrika ayarı diyorum…

Daha ne diyeyim!..