Başlıktaki bu feryat, “insan” olma çabamızın zalimlerce nasıl gölgelendiğinedir…

Ama onlara en başından ne insanlığı ne de onun vicdanını teslim etmeyeceğimizin göstergesi bir hakikatle sesleneceğim…

Biliyor musunuz ey zalimler!

Mirasını devraldığınız geçmişteki zalimlere ne oldu?

“Zulümle yaptıkları kentler, şimdi viran olan krallar ve danışmanlarıyla uyuyor…”

Tabi dünyasız ve namevcut bir durumda rahat bir uykudan bahsedilebilirse…

Bugün bireyselmiş gibi gördüğümüz zulümlerin arkasındaki şey, aslında bütün insanlığı az ya da çok etkileyen ama hiç birimizi tam anlamıyla dışarıda bırakmayan hatta azmettiren bir çıkarlar dünyasının, kapitalizmin inkârı mümkün olmayan varlığıdır…

“Her şeyin dengesini kaybettiği bir dünya” arayanlar bize, dinlenmekten bile alı koyan bir meşguliyet dayatıyorlar; üstelik üretkenliği olmayan robotik belki de kölece bir meşguliyet…

Bu tarz meşguliyeti Nietczche şöyle tarif ediyor: “Meşgul olanlarda ekseriyetle daha yüksek bir meşguliyet eksikliği vardır… Bu açıdan tembeldirler…”

Bu meşguliyet bir taşın sürekli yuvarlanmasından başka bir şeye de benzemez…

“Bu taşın başardığı ne vardır; yuvarlanmaktan başka?” denebilir bir yönüyle…

Ama bu her zaman böyle değildir…

Bu “taş” metaforundaki insanı yuvarlayanın iradesi eğer bu taşa hükmediyorsa neleri ezip geçeceği, kimleri yok edeceği meselesi çok ciddi bir yansıma olarak karşımıza çıkar…

İşte bugün dünyadaki insan kalabalıklarını şuursuz bir meşguliyetle, tarihin bulutlarında yuvarlayanlar onlara, ezip geçilmesini istedikleri yönde durup dinlenmeyen bir hayat dayatıyorlar…

Bu sürekli meşguliyet ara verirse düşünme hatta itiraz başlayabilir çünkü yuvarlayanlara karşı…

İşte buna fırsat verilmemeli…

Hiçbir değeri, ahlakı olmayan ve hep çıkarına odaklı bu sürekli meşguliyetin ya da yuvarlanışın ezdiği aileler, çocuklar, hayvanlar ve elbette cana dair ne varsa onlar, bugün feryat halindeler…

Yuvarlanan taşın da, onun altında ezilenlerin de gülmediği bir zülüm meşguliyeti bu aslında…

“Bir insanın Allah’ı varsa sonsuz da umudu vardır” inancımı buraya not ederek, umuda dair muhayyilemin sonsuzluğunu vurgulamam gerekir…

Aksi halde yazımın başındaki cümlelerle ve kendi inandıklarımla çelişmiş olurum zira…

Fakat bu şuursuz ve neye olduğu belli olmayan meşguliyetten ve onun oluşturduğu fasit daireden kurtulmanın yolu, farkında olanların olmayanları uyandırmasından geçiyor…

“Bi durun ve düşünün” demek en büyük görev haline geliyor bu noktada…

Hamdolsun belki de dünyada en şanslı olan toplumlardan biriyiz hâlâ…

Ama olan kadarı bile can yakmaya, feryada yetiyor…

Her gün birinin diğerini kendi nazarında nesneleştirdiği ve onun için de canına kıymaktan çekinmediği “canavarca hisle” başlayan katliamlara şahit olmak, o dikenli soruya yöneltiyor bizi: “Bu yuvarlanış nereye?”

Bu öyle bir körlükle işlenen vahşet ki, annenin babayı, babanın anneyi, evladın anne-babayı, anne-babanın evladı bir “hiç” ve adeta paçavra hükmünde gördüğü türden…

İşin en acıyan yanı ne biliyor musunuz?

İnsanlığı yakıp kavuran, feryat ettiren bu ateşi yakanların, yaktıkları ateşten zerrece etkilenmeyişleridir; çöle dönmüş vicdanlarıyla…

Öyle ya, bu hepimizin derdi ve cevabını da hep birlikte aramamız gerekiyor; suçu birilerine yüklemeden…

O dikenli soruyu bir daha ortaya bırakıp yazımı sonlandırmak isterim…

Peki, nasıl oldu da bu hale geldik ve nasıl oldu da hiç sızlamayan vicdanlar büyüttük?