Rivayet edenler Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethedip de şehre girdiği ve Ayasofya’da korkuyla bekleşen ahaliye aman verdikten sonra ve iki rekât şükür namazının Ayasofya’nın kubbesinin altında kıldıktan ve o fetih günü bu kadim mabedi karış karış gezdikten sonra Ayasofya’nın perişan haline efkârlandığını hikâye ve beyan etmişlerdir.

Ve hatta söylemişlerdir ki İstanbul’un fethi bir salı günü sabahın erken vakitlerinde nasip olmuş ve o bütün gün boyu Sultan Mehmed Han Ayasofya’da misal ki itikâfa girmiş gibi her taşına, her nakışına dilinde dua ve şükürlerle dokunmuştur. Ve Ayasofya’nın bu andan sonra bir cami olduğunu ilan etmek için de kendi malından verdiği altınlarla ve yine kendine sultanlık payı olarak ganimet babında düşen Ayasofya’yı satın almıştır da o ki yaban el sürmeye ve bundan gayri eşiğinden içeri girenler abdestsiz halde girmeyeler.

Ve yine rivayet ederler ki bütün bunları yaptıktan sonra mimarbaşına ve ağalarına emretmiştir ki Cuma gününe değin Ayasofya’yı tez elden namaz kılınacak hale getirip de Cuma namazını kılmaya hazır edeler. Lakin her ne olur olsun bu mabedin içinde olan tek bir taşı ve tek bir nakışı sökmeyeler, kırmayalar, zarar vermeyeler diye tembih etmiştir. Ve dahi mimarlar, dülgerler, hakkaklar hep bir elden gece ve gündüz dahi gayret gösterip de o ulu mabedi Cuma namazına yetiştirmişlerdir. Kıble tarafında olan apsisin hemen önüne ahşaptan bir mihrap ve onun hemen yanına da yine ahşaptan bir minber koymuşlar ve mabedin içinde asırlardan beri Hıristiyanların yaptığı, yaptırdığı her ne varsa zarar vermeden, kırmadan, dökmeden ve sökmeden hiçbirini suretlerin üzerlerini bir örtü ile kapatmışlardır. Her bir yanı ilahi bir vazifeyi yaparcasına huşu içinde temizlemişler, gözle görünür kırıkları, oyukları tamir etmişlerdi

İşte şimdi Ayasofya sevdiğiyle kavuşmaya hazırlanan bir gelin gibi saf ve temiz ve güzel bir haldeydi. Ve onu asıl sahibine kavuşturacak vuslatı tattıracak o cuma gününü bekliyordu.

Fatih Sultan Mehmed Han’ın o şanlı zaferiyle İstanbul’a girmesinden ve şükürlerle Ayasofya’yı camie tahvil etmesinden üç gün sonrasıydı. Bizans ahalisi hanelerine, işlerine dönmüş ve daha evvelinde nasıl yaşıyorlarsa o hallerinde yaşamaya devam ediyorlardı. Ve Sultan Mehmed Han’ın dediği gibi olmuş, bir kimse bile olsa ne hanelerine ne canlarına ne de namuslarına ilişmemiş, kem söz söylememiş, dokunmamış, değmemişti. Ve anlamışlardı ki bu vakit artık Devlet-i Âl-i Osman’ın, Sultan Mehmed Han’ın vaktiydi. Ve o bundan önceki hiçbir sultana benzemiyor ve benzemeyecekti. Ve o gün tam da şöyle diyecekti;

“Allah emrinde galip olandır. Lakin insanların çoğu bunu bilmezler. Ve Allah’tan başka galip olan yoktur âlemde” dedi ve devam etti sözüne;

“Âlemlerin rabbi, var olanın ve yok olanın sahibi Allah’a şükürler olsun. Zira zafer de fetih de yalnızca O’nundur.”

Yazsan nasıl anlatacaksın, söylesen nasıl söyleyeceksin? Sultan Mehmed Han’ı ne kadar yazsan yarım ve ne kadar anlatsan eksik kalacak. Lakin benim kanaatim o ki Sultan Mehmed Han’ı anlatmak için bir anı, bir tek zamanı, bir tek zaferi ve bir tek mekânı anlamak kâfidir. İstanbul’u, fethi ve Ayasofya’yı…

Bin rahmet olsun…