Yazıma Gilbert Durand’ın; “Çoğu zaman ideolojiler, dünyayı pozitif olgulardan daha fazla peşinden sürükler” sözüyle başlamak isterim…

Ne yazık ki bizim insanımızın önemli bir kesiminin de bu gerçeğin dışında kalamadığı gerçeğini hatırlayarak düşüncelerimi aktarmaya çalışacak olsam da, Karadeniz’de yaşanan “yüreklendirici işaret”in,  ülkemiz ve geleceğimiz için hiçbir ideoloji tarafından üzeri örtülemeyecek kadar güçlü bir olgu olduğunu vurgulamak isterim…

Maalesef bir ideoloji ne kadar evcilleştirilirse evcilleştirilsin, oluşturduğu miyopluk ortadan kalkmıyor…

Ne yapılırsa yapılsın, ne söylenirse söylensin çatışılan görüş ile hiçbir noktada uzlaşma sağlayamayan ideologların, toplumları sürüklediği parçalanmalar her geçen gün daha da derinleşerek ve ivme kazanarak artıyor…

İdeolojik olarak miyoplaşmış birinin, yıllarca yokluğundan dem vurup yakındığı; “Onlarda var bizde niye yok” diyerek sızlandığı bir cevherin bulunmasına bile sevinemeyişi ne hazin bir manzaradır ve ne acınası bir halet-i ruhiyedir…

“Zamanına körleşmiş” bir insan keşke neleri kaçırdığını bir kerecik olsun görebilseydi…

Birileri görmek istemese de zaman bütün gerçekleriyle birlikte hemen yanı başında akmaya devam ediyor…

Fernand Braudel: “Tarihçinin mucizesi, dokunduğu her insanın son derece canlı olmasıdır” sözünü, geçmişte yaşamış insanlar için söylüyordu…

Geçmişte yaşamış insanların bile bugünü etkileme kapasitesi bakımından ne kadar canlı oldukları gerçeğini, bir tarihçi mucizesi olarak keşfeden bu söze rağmen, birilerinin elan yaşayanları “yok” sayması, insana varlığına hatta kendi varlığına yapılabilecek en büyük kötülüktür…

Topluma “en şaşırtıcı yara izleri”ni bırakanlar, inkârcılardır…

Fakat geçmişteki bütün yaraları iyileştiren hakikat, bugünün yaralarını da mutlaka iyileştirecek ve hakikat şüphesiz kazanacaktır…

Tıpkı İbn Haldun, Braudel,  Kondratiyef, Machiavelli, Münkler ve daha niceleri gibi “döngüsel tarih” teorisine yürekten inanan biri olarak, “bu yüreklendirici işaret”i, aynı zamanda tarihin yeniden bize döndüğünün güçlü bir işareti olarak da görüyorum…

“Orada yaşamak ile ora ile yaşamak” arasında çok ciddi bir far vardır…

Hiç kuşku yok ki bizim de bu ülkede, yan yanalık dışında hiçbir ilişkimizin olamadığı bir kitle var; kendi ülkesinin zayıflamasından bile mutlu olabilecek mazoşist karakterleriyle…

“Keşke ortak sevinçlerimiz olabilse” demeyi şahsım adına bir zül olarak görmeye devam etsem de, karşıdaki yüreğe giremedikçe bunun da hiçbir karşılığı olamıyor maalesef…

Keşke elimde bir imkân olsa da Lucien Febvre’in tarihi çarpıtmalar için söylediği; “Günahların günahı, en bağışlanamaz günahı, anakronizmi ortadan kaldırmak” diye hayıflandığı şeyi ben de, insanı bugüne hatta burnunun dibindekine bile kör kılan “ideolojik miyopluğu” ortadan kaldırabilsem…

Ne acı değil mi?

Tarihin yeniden bize döndüğünü ve bunu da çok güçlü işaretlerle gösterdiğini görememek…

Neredeyse dünyanın her yerinde iktidara gelmenin bile sıklet merkezi olmuş bir Türkiye’nin itibarını ve hakkını iade edememek…