Ne yaman çelişki: “Dünya beşten büyüktür ve fakat beş dünyadan güçlüdür.”

Berberde tıraş oluyorum. Televizyonda aşina bir ezgi.

Hakikat ezgi, insanın yüreğini eziyor:

“Şu dağlarda kar olsaydım, bir asi rüzgâr olsaydım, arar bulur muydun beni, sahipsiz mezar olsaydım.

Şu yangında har olsaydım, ağlayıp bizar olsaydım, belki yaslanırdın bana, mahpusta duvar olsaydım.

Şu bozkırda han olsaydım, yıkık perişan olsaydım, yine sever miydin beni, simsiyah duman olsaydım.

Şu yarada kan olsaydım, dökülüp ziyan olsaydım, bu dünyada yerim yokmuş, keşke bir yalan olsaydım.”

Ses Ahmet Kaya, ekranda Kadir İnanır…

Sazı kucağına almış, dekor hapishane…

Ve Tatar Ramazan.

İlk bir Ramazan ayında iftarı beklerken seyrettiğimi hatırlıyorum.

Hikâyenin geçtiği hapishaneye sürgün geliyor.

Kimsesizlere, garibanlara, ezilenlere sahip çıkıyor, kumarı ve esrarı yasaklıyor.

“Kumar oynatarak, haraç alarak zulmedenleri affetmem.”

Hapishane de ağalık, derebeylik sistemini çökertiyor, devrimci…

Faizi kaldırıyor, kumar ve faiz borçlarını iptal ediyor, şeriatçı…

Hapishanenin yegâne geliri olan çamaşırhane ve çay ocağını ihtiyaç sahipleri için vakıf haline getiriyor, komünist…

Derken içerideki ağalar Tatar’a karşı birlik oluyorlar, tekel ve tröst…

Eski düzeni methedici nutuklar çekmeye, propaganda yapmaya başlıyorlar, muhafazakârlık…

Besledikleri garibanları Ramazan’a karşı kışkırtıyorlar, fitne fücur…

Gardiyanlar nemalarının kesilme tehlikesi baş gösterince Ramazan’ı müdüre gammazlamaya başlıyorlar, statüko…

Sonrasında Ramazan’ı sürekli haftalar süren tek kişilik hücre cezasını yatarken görüyoruz.

Bu cezalar Tatar Ramazan’ı doğru bildiğini yapmaktan alıkoyamıyor.

Garibanları ezen ağalık düzenine boyun eğmiyor; ismi efsane halini alıyor.

Ramazan gibi, bileği ve yüreği sağlam delikanlılara ender rastlanılmasından daha kötü olanı, içi dışı fesat, hile hurda peşinde koşanların, alçak ve kalleş ruhlu üç beş kişinin birlik olup ne olursa olsun ‘Ramazan’ tehdidini yok etmeye azmetmiş olmalarıdır.

Ramazan’ın hayatta kalabilme ihtimalinin ne kadar az olduğunu filmde görüyoruz.

Başına neler neler geliyor filmde görüyoruz.

Görmeyi ümit ettiklerimizin hiç birini filmde göremiyoruz…

Koğuş ağaları ve onun yaltak ve yardakçıları Ramazan’a rahat bir gün yüzü göstermiyor.

Her zaman tek gözü açık uyuyor.

Volta atarken, tuvalete giderken hissettirmeden sağını solunu yoklayarak yürüyor.

Ramazan hep sahipsiz, tek başına…

Sağdan da soldan da kimseye güvenemiyor; kahpeliğin sağı solu olmuyor çünkü.

O hücre cezası aldıkça garibanlar eziliyor, acı çekiyor, zulüm devam ediyor.

Ama kimse Ramazan’ın iyi ve doğrusuna talip olmuyor.

Herkes ona sırtını dönüyor, sahip çıktıkları bile…

Kimsenin yüreği Ramazan’ın cesaretine yaklaşamıyor.

Zira kolay değildir zora, acıya sıkıntıya talip olmak.

Ramazan her zaman garibanın yanında, haksızlığa, zulme ve sömürüye karşı, sözünün arkasında, dimdik ayakta.

İki öğün yemek ve iki bardak çay için bir ihtiyara zulmeden Abdurrahman Çavuş’u tek bıçak darbesiyle öldürüyor…

“Burada vurulacak biri vardı. Onu da ben vurdum. Benim adım Tatar Ramazan, ben bu oyunu bozarım” diye haykırarak bir uyanışa vesile olabilecek Tatar Ramazan gibilerin yaşayabiliyor olmalarına inanmak bir hayli zorlaşıyor.