Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan 2013 yılından bu yana ısrarla “bir istiklâl savaşı”ndan bahsediyor. Bu sözü ilk dillendirdiği dönemde Başbakan olan Erdoğan, bunu dile getirirken daha sonra Milli Güvenlik belgelerine FETÖ ismiyle bir tehdit olarak giren yapıyla mücadelenin başlangıç aşamasında sayılabilirdik! Başlangıç safhasında, çünkü FETÖ nam yapının daha sonra ortaya çıkacağı üzere bu denli bir vatan hainliğine teşebbüs edebileceği, gözünü bu kadar karartabileceği muhtemelen hesaba katılmamıştı. Daha doğrusu bu yapının gâvurluğu bu dereceye kadar taşıyabileceği akıllara bile gelmemişti. Son tahlilde bu insanlara alnı secde gören insanlar olarak bakılmıştı! Alnı secde gören insan Türk’e düşman olamazdı, bu milletin değerlerine düşmanlık edip gâvur konumuna düşemezdi.

Oysa hepimiz yanılmıştık. Bu milletin değerlerine düşmanlık etmekte hiçbir sıkıntı çekmeyeceklerini görememişiz. Cumhurbaşkanımızın “En yakın mücadele arkadaşlarım bile beni yalnız bıraktılar” sitemini dile getirmesine kadar vardı süreç. Cumhurbaşkanımız yalnız değil mi şimdi? Millet yanında, devlet yanında, bu mücadeleyi canını dişine takarak yürüten güvenlik güçleri yanında, ama ‘Yakın çalışma arkadaşlarım, siyasi mücadele arkadaşlarım’ diye adlandırdığı kesimin halen bir kısmı Cumhurbaşkanımızı yalnız bırakmaya devam ediyorlar. Devam ediyorlar, çünkü bu mücadelenin “ülkeyi gerdiği, toplumu kamplaştırdığı” gibi bir zehaba kapılmış durumdalar. Sosyal bilimlerin, bu bilimlerin nazariyelerinin Türk insanını, Türkiye’yi izah edemediğini yıllardır ne yazık ki görmüyorlar, görmemek için direniyorlar. Mücadelede tereddüt etmelerine vesile oluyor bu toplumsal nazariyeler. Oysa dönüp baksalar, gece vakti okunan bir sala sesinin toplumu ne hale getirdiğini görseler, sosyal bilim nazariyelerinin hiçbirinin bunu izah edemeyeceğini görecekler. Ya da geçtiğimiz cumartesi gecesi Maçka Parkı’nda canlı bombayı görüp “bombanın tahribatı daha az olsun” diye canlı bombanın üzerine giden güvenlik güçlerinin bu halinin de sosyal bilim nazariyeleri tarafından izah edilemediğini görecekler. Bunlar sadece Türkiye’de olur ve batılı sosyal bilim nazariyeleri Türk insanını, Türk toplumunu izah etmekte yaya kalırlar. Zaten bunu görseler FETÖ ile mücadelede ayak sürümezler, bu mücadelenin toplumu kamplaştıracağı gibi bir zehab içine yuvarlanmazlardı.

17 Mayıs 2006 tarihinde yapılan Danıştay saldırısından bu yana Türkiye’nin maruz kaldığı tüm gâvurluklar Türkiye’nin bağımsız ve Müslüman bir ülke olarak kalma iradesini sona erdirme teşebbüsleridir. 15 Temmuz paralel gâvurluğu da bu hesabın ulaştığı zirve noktasıdır. Başarılı olabilseydi şu anda ülkede kan gövdeyi götürüyor olacaktı. Sadece o gece için hazırladıkları ceset torbalarının sayısının 100 bin olduğunu söyleyeyim de siz bir tahminde bulunmaya çalışın. 9 bin 800 kişilik 11 adet infaz listesinin olduğunu söyleyeyim de meselenin hangi boyutta olduğunu tahmin etmeye çalışın. Şu ana kadar muhtemelen NATO askerleri Türkiye’de istikrarı temin etmek için müdahale etmiş olurlardı, ama muhal farz henüz NATO askerleri ittifak üyesi bir ülkede istikrarı temin etmek için müdahalede bulunmamış olsun, acaba bu ülkenin kaç şehrinde birbirimizi boğazlıyor olurduk dersiniz? Şu ana kadar bu muazzez milletin kaç yüz bin insanı toprakla hemhal olurdu acaba?

Bağımsız ve Müslüman bir devlet olarak varlığımıza son vermek istediler, ama başaramadılar. Başaramayacaklar da. Bağımsız ve Müslüman bir Türkiye Devleti’ni temsil eden kişi olan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a karşı yürütülen bu acımasız saldırıların da tek hedefi var: 2006 yılı Mayıs ayına kadar devam eden Vesayet Sistemine geri dönebilmek. Eski yapı tekrar tesis edilebilse muhtemelen kısa sürede Türkiye’yi uçururlar bile. Müslüman bir ülke olması umurlarında bile olmaz. Hatta şeriatı bile hâkim kılarlar! Ama Türkiye bağımsız ve Müslüman bir ülke olma kararından vazgeçecek değil. Bu da benim son sözüm olsun…