İlk hacca gidiş heyecanımı hatırlıyorum. Tavaf’ta ve Say’de biriken, Medine’de hasret yüklenen milyonlar sonunda Arafat’ta buluşacaktı. Vakfe, yüzlerce renk, dil ve kültürün, renk yelpazesi gibi döne döne İslam’ın beyazına dönüşeceği kristal bir an olacaktı. Yeryüzünde ayrılıkları kavga sebebi yapanlara ‘barış’ seçeneği olarak sunulacaktı. Hayal kırıklığı yaşadım; böyle olmadı. O güzel mozaiğe karışamadım. Her ülke kendi bölgesinde, yine kendi gibilerin çadırında, kendi dilinde konuşan hocaları dinleyerek geçirdi vakti. Mesela, biz Türkler kültürel atmosfer olarak Arafat’ta değil, tek tipleştirilmiş din söylemiyle yine Türkiye’de idik. Pakistanlılar da öyle. Malezyalılar da öyle. Aşırı sıcak ve yorgunluğun çadırlardan dışarı çıkmayı bile güçleştirmesine yormuştum bunu.

Kazın ayağı başka.

İlk hacca gidişimin üzerinden 25 yıla yakın bir süre geçti. Değişik vesilelerle beş kez hacca gittim, umrelerim 15’e yaklaşmıştır. Bu süre içinde gördüğüm şey; olağanüstü bir sağırlık ve derin bir körlük. Sıra kendi kişisel ve ailesel konforlarına gelince, teknolojinin tüm imkânlarını kullanan krallık, farklı ülkelerden gelen hacılar arasında olabilecek iletişim kanallarını tıkalı tutuyor, etkileşim ortamlarını kapatıyor, kaynaşma imkânlarını yok ediyor. Umre gruplarına rehberlik ettiğim dönemlerde kaldığımız otellerin yemekhane ve namaz dışında bir birlikteliğe izin vermediğine üzüntüyle şahit oldum. Toplantılara ayrılmış mekânları yalvar yakar, onlarca sorgulamadan sonra alabildik.

“Hac Müslümanların zirvesi…” Ezberimiz bu. İyi ama nerede zirve? Sosyal medyanın, online iletişim imkânlarının alabildiğine çoğaldığı çağda, Mekke’de, hadi orası olmadı, ulaşımın gayet olduğu Medine’de, İngiltere’den gelmiş bir entelektüel Müslümanla buluşmanız, Filistin direnişinin sembolü olmuş bir genç kızla tanışmanız, son depremde yakınlarını kaybetmiş bir Endonezyalıya taziye ziyaretinde bulunmanız imkânsız. Onların da sizi 15 Temmuz zaferinden ötürü tebrik etmesi, “Myanmar için ne yapabiliriz?” sorusunu size yöneltmesi imkânsız. Tavafta kazara omuzunuza dokunan, say sırasında zemzem ikram ettiğiniz kardeşinizin hikâyesine dâhil olamıyorsunuz. Gerekçeli birlikteliğin yolu kapalı.

Sizin anlayacağınız, hac, tüm entelektüel katmanlarından soyutlanmış bir bedeviliğe ve rastgeleliğe indirgenmiş durumda. Uluslararası arenada düzenlenen bir Expo’nun etkileşim cepheleri hacda ve umrede pekâlâ olabilirdi. Uluslararası bir sempozyumun fikir alışverişini organize eden bileşenleri, ticaret imkânlarını genişleten bir fuarın modülleri orada olabilir.

Geçelim.

Kâbe’yi seyrettiğimiz bir köşede, özel bir kürsüde, Amerikalı bir Müslümandan İngilizce hidayet hikâyesi duyabilir, Japon bir sanatçının esma-i hüsna heyecanı karşısında yapmak istediklerini dinleyebilir, Bosna’daki katliamda yakınlarını şehit vermiş bir kardeşimizin hayat hikâyesine kulak verebilirdik. O köşelerde kürsüler var ama tamamen Vehhabi anlayışının akredite ettiği tuhaf adamlar garip bir homurtu ile konuşuyorlar. Bunu geçtik; ola ki tüm bunlara rağmen bir Hintli bir Malezyalı bir Avustralyalı kardeşinizle baş başa vermiş sohbet ediyorsunuz, dakika geçmiyor ki hart hurt konuşan birileri sizi dağıtmasın; “memnû!” diyen azarlar işitmeyesiniz.

Haberiniz yok; mübarek toprakları gezmek için aldığınız vize sadece iki şehir için geçerli. “Şöyle bir Taif’te nar suyu içeyim, Addas’ın mescidinde namaz kılayım” derseniz, şehir giriş çıkışlarındaki check-point’lerde yolunuz kesilir. “Bedir’in çölünü göreyim, oradaki can yakıcı atmosferi nefesleneyim” derseniz, orada görülür görülmez kovulursunuz. Kabir ziyaretinin şirk olduğunu söyleyen tuhaf, kara suratlı adamlar bekler sizi…

Ola ki 45 yaşın altında bir hanımsanız, mümkün değil “üstü kapalı” rüşvetler vermeden Kâbe’nize varamazsınız, Mescid-i Nebi’nin serinliğine başınızı uzatamazsınız.

Son sorum şu olsun:

Yaşayıp yaşamadığını bilemediğimiz gazeteci Cemal Kaşıkçı, bugünlerde umreye gitmek istese, can güvenliği verebilir miyiz? Ya da bu makaleyi yazan ben ve yakınlarım, Cemal Kaşıkçı’ya sahip çıkan gazeteci arkadaşlar ve yakınları, “dokunulmazlık yeri” Mescid-i Haram’da müşriklerin bile müminlere vaad ettiği can güvenliğini alacak mı bundan sonra?

Evet mi? Hayır mı? Bakın, o binanın içinde olanlar, varlığımızın anlam bulduğu, imanımızın yenilendiği haccı, umreyi bulandırdı. Kimseye gitmeyin deme hakkım yok. Boykot çağrısı yapıyor da değilim.

Hac, hiç hak ettiği gibi oluyor mu? Bundan sonra olacak mı?

“Cemal etkisi” dediğimi anladınız mı?