Avrupa Birliği, Kıbrıs meselesine her zaman ilgi göstermiştir. Ancak Yunanistan’ın 1981 yılında başlayan üyeliğiyle bu ilgi daha da artmıştır. Nitekim bu tarihten sonra AB’nin soruna yaklaşımını Atina belirlemeye başlamıştır. Fakat AB-Kıbrıs ilişkileri, 1 Mayıs 2004 tarihinde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla AB’ye üye kabul edilmesiyle farklı bir boyuta taşınmıştır. Normalde AB, 2004 yılına kadar Kıbrıs meselesinde kendisini doğrudan bir taraf olarak görmezken, üyelikle başlayan süreçte, “Kıbrıs’ın tamamı AB toprağıdır” iddiasıyla Kıbrıs sorununda aktif bir taraf gibi hareket etmeye yönelmiştir.

AB’nin bu iddia çerçevesinde Kıbrıs’taki olası bir çözümün sınırlarını ve içeriğini de belirlemeye çaba harcadığı görülmektedir. Kıbrıs müzakerelerine gözlemci statüsüyle katılan AB’nin, adada “tek çözüm modeli” olarak, “toplumların siyasi eşitliğine dayalı iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyon” formülünü desteklediğini ve bunun dışındaki hiçbir çözüm şekline sıcak bakmadığı, aldığı kararlardan ve yaptığı resmi açıklamalardan anlaşılmaktadır.

AB’nin tek çözüm yolu olarak gördüğü federasyon önerisi kapsamında, 2004 yılından bu yana adada iki toplumlu ortak projeler yürüttüğü, Kıbrıs Türk toplumunu AB’ye yakınlaşması, AB vatandaşlığına geçmesi için teşvik edici adımlar attığı ve nihayetinde adanın genelinde AB’ye yönelik güçlü aidiyet bağlarının kurulmasına önem verdiği bilinmektedir. AB nazarında KKTC toprakları, “Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti’nin” etkin kontrol sahibi olmadığı topraklar statüsündedir. Buna göre bu topraklar, AB’nin gümrük ve mali alanının dışında kalmakla beraber AB vatandaşları olarak görülen Kıbrıs Türklerinin kişisel haklarını etkilememektedir.

Başka bir ifadeyle Kıbrıs Türkleri, KKTC topraklarında yaşıyor olsalar dahi bir AB ülkesinin vatandaşları olarak görülmektedir. Bu uygulamadan sadece 1974 sonrası Türkiye’den Kıbrıs’a gelip yerleşen ve evlilik yoluyla yeni bir hukuk meydana getirmeyen göçmenler faydalanamamaktadır. Bu insanların Kıbrıs ile kurduğu ilişkisi, KKTC devletinin veya selefi Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin verdiği haklar kapsamında görüldüğünden, Rum tarafına ve dolayısıyla onun tezlerini benimseyen AB’ye göre “yasa dışı”dır. Bu bakış açısından dolayı bu insanlara ara bölgenin dışında adanın güneyine geçme izni, Rum otoriteleri tarafından verilmemektedir.

Dolayısıyla AB’nin KKTC’de yürürlük kazandırdığı iki toplumlu projelerin hedef kitlesinde 1974 öncesi Kıbrıs Türkleri bulunmaktadır. Haliyle bu durum beraberinde birçok problemi getirmektedir. Her şeyden önce KKTC’nin Kıbrıs kökenli halkının AB’ye, Anadolu kökenli halkının da Türkiye’ye yönelmesini sağlayarak KKTC’ye duyulan aidiyet bağlarını çift yönlü zayıflatmaktadır. İkinci olarak KKTC’de “Türkiyeli-Kıbrıslı Türk” ayrımcılığını körüklemekte ve böylece KKTC’de siyasal bir uluslaşma sürecini baltalamaktadır.

Son kısımda ise AB’nin Kıbrıs Türklerine sunduğu ekonomik, sosyal ve siyasal fırsatlar, Kıbrıs Türk halkının Türkiye’ye duyduğu bağlılığı zayıflatmaktadır. Günümüz itibariyle Kıbrıs Türklerinin dünyayla entegrasyonunun, AB ve İngiliz vatandaşlığı üzerinden kolay bir şekilde gerçekleştiği hatırdan çıkartılmamalıdır. Bu, AB’nin ve İngiltere’nin KKTC’deki en önemli yumuşak güç aracıdır. Şayet Türkiye, yakın gelecekte Kıbrıs’taki bağlarını daha güçlü kılmak ve de kendisine olan aidiyeti artırmak istiyorsa, o halde, adada bir çözüm hayat bulana kadar, Kıbrıs Türklerini ya doğrudan ya da kendi üzerinden dünyaya bağlayacak yeni formüller üretmelidir.

Çözümsüzlüğün adada en çok Kıbrıs Türk toplumuna zarar verdiği ve bu vaziyetin toplumda “istenmeyen” reflekslere yol açtığı, aşikâr bir durumdur. Bu bağlamda Ankara, KKTC’deki devlet çalışanlarına yeşil pasaport hakkı, öğrencilere Türkiye’deki üniversitelere ve fen liselerine sınavsız geçiş hakkı, başvuruya tabi kolay vatandaşlık hakkı, TÜBİTAK ve diğer kurumların projelerine başvuru hakkı vermekle işe başlayabilir.