Anlatımda gerçekçi dil, 18. Yüzyıldan itibaren hayatımıza girdi. Bunda romanın etkisi gözardı edilemez veya gerçekçi anlatımın romanda etkisi de olmuş olabilir. O güne kadar anlatım, metaforlar üzerinden gerçekleştiriliyordu. Dile, sembolizm hâkimdi. Sadece yazılı metinlerden bahsetmiyorum, yazanlar metinlerinde sembolik bir dil kurmak için yoğun çaba göstermiyorlardı. Bizzat gündelik yaşamda, dillerinde semboller vardı. Sadece bize has bir şey değildi bu, tüm dünya böyleydi. Ortaçağ metni okuması yapanlar, bu alanda uzman olanlar iyi bilir. Ortaçağda, anlatım sembolikti.

Nitekim aynı sembolik dil, İslam’da dahi kendini göstermişti. Hadislerde dahi vardı. Rasulullah (sav) bir hadisinde kıyametin akşamüzeri kopacağını söylüyor. Bugün, dilin 18. Yüzyıla kadar sembolik bir dil olduğunu bilmeyenler, kıyametin gerçekten de bir gün akşamüstü kopacağını düşünüyor. Oysa, Rasulullah bir başka hadisinde “ben ikindi sonrası peygamberiyim” buyuruyor. Dolayısıyla onun kastettiği son peygamber olması hasebiyle, ondan sonra dünyanın ahir zamana gireceğiydi. Ve sahabe bu hadisleri duyduğunda oturup da metin tahlili yapmıyordu, ne demek istediğini doğrudan anlıyordu. Dillerine ve zihinlerine metafor yerleşmişti.

Bittabi, tarihimizde de anlatım aynı şekildedir. (İslam’ın itidali emrettiğini unutmayalım. Aksi takdirde her şeye salt sembol üzerinden bakarak batıni olan, nihayetinde sapkınlığa düşen insan, zümre, cemaat de çoktur.) Herkesin bildiği menkıbedir. Osman Gazi, Şeyh Edebalı’ya misafir olur. Yatması için odası gösterilir. Sabah vakti Şeyh Edebalı, uyandırmak için odasına girdiğinde; Osman Gazi’nin uyumadığını, uyanık olduğunu, yatağın aynı haliyle durduğunu görür, şaşırır. Neden uyumadığını sorar. Osman Gazi, duvarda Kur’an’ın asılı olduğunu, bacaklarını uzatamadığını söyler.

Menkıbeyi bu şekilde anlatmanın topraklarımızdaki İslam hassasiyetiyle ilgisini elbette gözardı edemeyiz. Almamız gereken öğüdü de elbette alacağız. Ancak burada var olan durum, az önce bahsettiğim metaforik anlatımdır. Ben bunu ilk kez günümüz velilerinden Kasım Baba’nın (Yağcıoğlu), Tarihin Arka Bahçesi kitabında okumuştum. Daha sonraları ortaçağ dil mevzusuna hakim oldukça taşlar iyice yerine oturmuştu. Osman Gazi, o gün Şeyh Edebalı’nın kızını görmüş ve gördüğü gibi de aşık olmuştu. Onu uyutmayan, gönlüne düşen sevda koruydu. Şeyh Edebalı, Kur’an’ı neden alıp da başka bir yere koymadığını bu yüzden sormamıştı. Onun sevda ateşine tutuştuğunu anlamıştı. Nitekim ehlullahın nazarından hiçbir şey saklanamaz. Ancak elbette genç aşığın yüzüne onu utandıracak bir şey dememişti. Ama yapması gerekeni yapmış, onu kızıyla evlendirmişti.

Bunlar neden önemli? Somut gerçekliğin peşine düşmek, modern zihniyetin tutkusudur. Kadim gelenekte gerçeklik her zaman somut değildir, bilakis “somut” aldatıcıdır. Kadim gelenekte, insan payına düşen nasihatin peşindedir; somut göstergelerle ikna edilmenin peşinde değildir. Tam da bu nedenle topraklarımızda “irfan” oluşmuşken, somut gerçekliğin peşine düşen modernizmin anası Batı’da “emperyalizm” oluşmuştur.

Gün geçtikçe daha da sekülerleşen canım ülkemin, yeniden irfan peşinde olduğu günlere dönmesi duasıyla…