Bugünü düşünürüm, dün geçti, yarın var mı?

Gençliğe de güvenme, ölen hep ihtiyar mı?

*

Çürük dişlerle dolu bir damak gibi çoğu kapalı dükkânların olduğu alışveriş merkezine mutfak ihtiyaçları için uğradığımda gördüğüm Niyazi ile uyandım güne…

İşler yolunda gitmeyip de evsiz veya parasız kalınca hepimiz için her zaman “sokakta kalmak” bir ihtimal. Tıpkı ‘Niyazi’ gibi…

Otoparkta denk geldik onunla. Elinde yırtılmış, yıpranmış bir büyük çanta, amaçsızca dolaşıyordu. Yoksulluğu ve kimsesizliği, üzerindeki kirli ve yırtık kıyafetlerinde taşıyordu.

Damarlarında kan değil, dert dolaştığı kamburlaşmış duruşundan belliydi. Etrafındaki dünya ile pek ilgisi yoktu. Çevresindeki insanların yardımlarına muhtaçtı.

Elini uzattı, ‘Bir çorba parası’ istedi. Adını o zaman öğrendim.

Herkes korona salgını sebebiyle tıbbî eldivenler ve maskeler ile az sonraki ameliyat için hazırlanan hekimler gibi kişisel sağlığının üzerine titrerken; Niyazi için daha kötüsü olamazdı. Evsiz, mekânsız ve kimsesizdi…

Aylarca kesilmemiş sakalları, kirli saçları ve tedirgin gözleriyle insanlara bakarken korkuyordu da… Kimseyi rahatsız etmemesi gerektiğini öğretmişti sokaklar… Yanına yaklaştığı insanlar tarafından bugüne kadar terslenmiş, itilmiş, horlanmış olmanın getirdiği endişe vardı üzerinde. Aynı zamanda çaresizliğin taşıdığı “korkusuzluk” da… Kapısı ve penceresi olmayan evlerde kalıyordu. Sokakta yaşıyordu. Anahtarları yoktu. Karşılayanı da…

Üç beş bir şey veren olursa sıcak çorba içebiliyordu. Çöplerde veya kıyıda köşede bırakılmış artıklar ile doyduğunu söyledi. Lezzetli ev yemeklerini unutalı çok olmuştu. Sıcak camların buğusuna soğuktan bakmaya alışmış bir sokak yolcusuydu…

Gözle görülmeyen bir virüs bütün bir insanlığı evine kapatmışken; Niyazi’ye uğramamıştı telaşı… Birkaç lira yetecekti ona; korona salgını umurunda değildi, izolasyon aldırış edilecek mesele, hijyen kafaya takacak şey değildi. Sosyal mesafenin önemi yoktu Niyazi için…

Yazları insanı yakan sıcağı da kışları ilikleri üşüten soğuğu da en iyi o biliyordu. “Hiçbir şey değil de yalnızlık üzüyor” dedi. Çocuğu olmayacaktı al yanaklı, tomurcuk kokan, ellerini tutunca bahar açan…

Onun en büyük korkusu virüs değil, güvenlik görevlileriydi. Büyük mağazaların, metroların, alışveriş merkezlerinin havalandırmalarına yakın yerlerinde vakit geçiriyor, kepenkler kapandıktan, insanlar çekilip karanlık çöktükten sonra karton üstünde uyuyordu.

Geceleri çoğunlukla gezdiğini söylüyor, “Soğukta uyursam ölürüm” diyerek.

Sessizliği ile en derin duyguları yaşıyor; az konuşuyordu. Hayat başlı başına ‘umut’ demekti Niyazi’ye… Allah’ın verdiği hayatı, ‘isyan’ etmeden yaşıyordu kaldırımlarda… “Herkesin içinde taşıdığı sıkıntıları var” diyebildi kırık ve kısık bir cümle ile… Hepimizin kendimize göre dertleri vardı elbette; ancak derdin büyüğünü, birçoklarının payını sanki “Niyazi” yüklenmişti.

En önemlisi de maskesi yoktu Niyazi’nin.

Herkes kaçıyordu ondan ‘mikroplu’ gibi…

Maskesi olan ama ruhu olmayan herkes…

*

Nasıldı o hadis-i şerif:

“Saçları dağınık, kapılardan kovulan öyle kimseler vardır ki, bir şey için yemin etseler, Allah-ü Teâlâ onları doğrulamak için o şeyi yaratır.”