Ne güzeldi bardak tutuşun.

Şekerin tadını hissetmek için dudaklarını ve damaklarını sıkarak çay içişin ne güzeldi.

*

‘Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık’ bir aralık akşamı. Eve gitmemek için otobüsü kaçırmayı bekliyordu. İnsanlarda bir telaş, herkes dönüş yolunda koşuşturuyordu.

*

Bir süre sonra oturup masaya, çayın hakkını vermek için, “Bakar mısınız” diye seslendi. ‘Akşam çayları neşeli olurdu’ aslında. Yağmur kokusunda içilen çay, ruhunu sarstı belki de. Bir kadının kendisine bakmayan gözlerine daldı.

‘Hayat’ diye adlandırılan, büyük küçük dertlerle dolu bu çalkantılı denizde; varlığını huzurla sürdürebilmenin sırrını kaybetmiş olduğunu saklayarak, mutlu ve hâlinden memnun gibi görünmeye çalıştı etraftaki parfüm kokusuna.

Akşam karanlığıyla örtülü ufukta, fırtına habercisi bulutlar sessiz bir homurtu ile yaklaşmaktaydı. Yağmur suları kırgınlıkları, üzüntüleri sonsuzluğa doğru alıp götürmeye geliyordu yine.

*

Çay içini ısıttı akşam serinliğinde… Derinlerden gelen müzikle düşüncelere dayanamayan bir hüzün çöktü üzerine. Önündeki bardağın demli çayına dalarak hatıralar ile oyalanıp durdu. ‘Gitmeseydin, yağmur ve bir bardak açık çay nasıl yakışırdı şimdi masaya’ diye düşündü. Mırıldanarak, “Sen çayı çok severdin, ben ise yağmurları” dedi. Çayın içini ısıttığı gerçekliğini es geçerek zamanın kulağına fısıldadı: ‘Sensiz çay da ısıtmıyor içimi.’

‘Koca bir ömrü harcama’ gerçeğinin altını, “eksik kalmakla” çizdi. Zayi olduğunu düşündü. Mutluluğunda da üzüntülerinde de çayın hep kadim dostu olduğunu hatırladı. Yorgun ruhunun karanlığını çay olmadan nasıl aydınlatabilirdi ki zaten. Basit zevklere karşı olan lüks düşkünü konformistler gibi yaşamamıştı hiç… Merhametliydi, duygusal yapılıydı. Bu saatten sonra “Ya çay içmeyeceksin ya da dünya duracak” deseydiler eğer, ondan geriye “Limonlu bir çay” kalırdı.

Onun yanında, saatlerce ve bazen hiç konuşmadan oturmaktan canının sıkılmadığını hatırladı. Sonsuz çay içerlerdi. Mutlaka limonlu… İlk çay hep gerçek olurdu, sonrakiler zamana bulanmışı…

*

Kışın dışarısı kar altında ve insanlar üşürken, o küçük ev sıcacık olur, ‘ekmek kokusu’ yatağa ulaşırdı. Sabahları sobaya yakın uyanmak, ‘tarifsiz mutluluk’ demekti. Mutfaktan gelen tıkırtılar, çay bardaklarına bırakılan kaşıklar, huzurun ritmi olur, güven verirdi.

Artık soğukta uyanmanın bir anlamı yok; yattığı yerden çay demlemek için kalkınca, tahtalar gıcırdamasın diye adeta parmak uçlarında yürüyen olmayınca. Yıllar içinde hangi döşemenin ses verdiğini ezberleyerek adımlarını atsa bile ve ‘uyanmadı’ diye sevinse de içinden, hiçbir sabah ondan sonra kalkmadım, mutfaktaki tıkırtılarını dinlemeyi sevdim.

Doğru, bu yaşlarda yalnız hayal kuruluyor. Geriye dönük hayaller…  Bu yüzden diyorum ki, keşke bir daha dünyaya dönebilsen babaanne…

Ve yalnızca çay içsek de olur… Limonlu…